top of page

Sözün ve Şiddetin Kıyısında – Tekrarlama, Hatırlama ve Özümseme Üzerine Bir Not


Picasso, tarihin savaş ve 20. yüzyıl denilince akla gelen en önemli tablosu Guernica'yla ilgili ''Bir resim evleri dekore etmek için yapılmamıştır. Düşmana karşı savunmacı ve saldırgan bir silahtır.'' der ve ben de konuşmama, sonradan döneceğim bu alıntıyla başlamak istedim.

Guernica tablosunun önünde bir çocuk.

Psikanalitik kuramın şiddet ve söz kesişiminde ele aldığı üç temel ekseni şu şekilde özetleyebiliriz:

  • Söz temel saldırganlığı bastırmayı ve yasanın iletimini/içselleşmesini sağlayarak bizi insancıllaştırabilir;

  • Cihat, savaş, haçlı seferi, diktatöryel rejimlerde gördüğümüz gibi şiddeti yapılandırıp bir söylemin, ve hatta söylem diyerek yüceltmeye değmeyecek, ancak sapkın bir mantık olarak nitelendirmenin doğru olacağı bir mantıki kısa devrenin içine alarak şiddeti örgütleyip başka sözler söyleme olasılığını bir süreliğine ortadan kaldırabilir;

  • Uğranılmış bir şiddetin tekrar anlatılması yoluyla dinleyeni ya da anlatanı -bir daha- travmatize edebilir ya da dinleyenin konumlanışa göre anlatan için sağaltıcı olabilir. Bu yolla bireysel ya da toplumsal bazda travmatik olanın bireysel/toplumsal bellekte yerini alması/sonucunun çıkarılmasını sağlayabilir.

Ben, bu oturumda aslında birbiriyle çok az alakası olan 3 ayrı hikayeyi anlatarak bu eksenleri Freud'un Tekrarlama, Özümseme ve Hatırlama metni ile beraber okumak istiyorum. Bu eksenlerin her biri ayrı bir çalışma alanı olabilirdi ya da anlatacağım her bir öykü bir kitaba dönüşecek şekilde derinleşebilirdi fakat amacım bu kesişimlere elimde olan kısa zaman dahilinde bir giriş yapmak. Hikayesinden kesitler paylaşacaklarım Pablo Picasso, Francisco Franco, Sigmund Freud. 20. yüzyılda yaşamış tarih sayfasında yerlerini almış üç isim.

Önce beterin beteri – Francisco Franco

Guernica


Franco 1892-1975 yılları arasında yaşamış, 1936 senesinde seçimle başa gelmiş ve ölümüne kadar İspanya'yı sürüklediği iç savaştan itibaren ülkeyi diktatörlükle yönetmiştir. Ülkeyi yönettiği süre boyunca kültüre ve insanlara verdiği zarar derin olmakla beraber yüzbinlerce insanın ölümüne ve onbinlercesinin çok ağır işkence görmesine sebep olmuştur.

Elbette bu şiddeti nasıl örgütlediğini ya da Avrupa'da bu dönemde yükselen ırkçılık ve şiddet eylemlerinin mantığını tarihsel olarak ele alabilirdik. Birbiriyle kardeşlik ilkesi ve bedenden doğan bir özellik etrafında bağlı olan insanlar yücelttikleri bir figürü ideal/idol konumuna koyduklarında, ona bağlandıklarında Lacan'ın da belirttiği gibi burada yükselen ırkçılıktır. Eğer Hobbes'un da öngördüğü gibi insan insansın kurduysa birbirleriyle kardeşlik ilkesi üzerinden bağlanan, kendilik ideali yerine geçen bir figüre bağlandıklarında bu kurtların nasıl koyuna dönüşebildiklerinin de hikayesidir bir yanıyla faşist diktatörler... Sonuçta Franco da aynen çok özendiği, iyi anlaştığı Hitler ve tüm diğer diktatörler gibi tek değildi; destekleyenleri, emirlerini uygulayanları vardı. Bu alanda uzmanlaşmış birini dinlemek ve üzerine beraber düşünmek bizim temamız için önemli bir deneme de olurdu ama dediğim gibi benim bu konuşmada amacım şu an psikanalizin insancıllaşma ekseninde ele aldığı birkaç kavramı düşünmeye açabilmek adına hikaye anlatmak. Bu amaca uygun bir şekilde yaptığı şiddet eylemlerinden sadece birini anlatacağım.

Diyeceklerim İspanya İç Savaşı esnasında yaşanan en trajik olaylardan biri hakkında. Nazi ve Faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını test etmesi için Franco'nun içerisinde yaşayan insanlar olmasına ve köy boşaltılmamasına rağmen verdiği bir izin üzerine İspanya'daki bir Bask kasabası olan Guernica'da yaşanan bombardımanı ve vahşetinin boyutunu aktarmak amacım.

Franco'nun izniyle yeni icat edilen bombalar 26 Nisan 1937 günü Guernica'nın üzerine yağmıştır. Nüfusu kayıtlarda 5000 gözüken bu kasabada kayıtlara göre bir günde 1654 kişi ölmüş ve binlercesi yaralanmıştır. Şehir günlerce yanmış, bombalardan doğan yangın neredeyse bir hafta söndürülememiş, insanlara verilen zarar hariç binlerce canlı ölmüş, köyün çehresi tamamen değişmiştir.

Bunların hiçbiri belli ki Franco'da yıkıcı bir etki yaratmamış ve 1975 senesine kadar şiddet dolu eylemlerini tekrarlaması ve devam etmesinden içindeki ölüm dürtüsünün nasıl gökyüzüne açık olduğunu, nasıl tekrarlandığını ve sapkınca bir amaç için nasıl bir söylem içinde örgütlendiğine tanık olabiliyoruz. Bu konuyu derinleştirmeden ikinci hikayeme geçiyorum.


Ardından : En güçlüsü, en üretkeni Pablo Picasso


Pablo Picasso, 1881-1973 seneleri arasında yani neredeyse Franco ile aynı tarihlerde yaşamıştır. Aynı topraklarda doğmuş fakat bambaşka bir yol seçip, izlemiş ve geçen yüzyılın en büyük ressamlarından biri olmuştur.

Kendisi savaş karşıtı görüşleri olan bir ressamdır ama buna rağmen 1937 senesinin başlarında İspanya Hükümeti, Picasso’dan Paris’te açılacak Dünya Fuarı’nın İspanya bölümünde yer alacak bir duvar resmi istemiştir. Politik sebeplerle Franco'dan ve diktatörlüğünden de kaçmak, orada yaşamamak amaçlı da Paris'de bulunan Picasso'dan, bunun devlet tarafından istenmesi elbette ironik bir durumdur.


Bu sipariş üzerinde düşünürken gerçekleşen bombardımanın haberi Picasso'yu dağıtır. Çok etkiler ve ona verilmiş sipariş üzerinde çalışmaya başlar. Bir çok eskiz ve denemenin ardından 3,49m x 7,77metre genişliğinde olan devasa bir resim yapar. Bu resim ve sergilenmesi etrafında onlarca hikaye bulunmaktadır. Bunlardan en meşhuru benim de bu konuşmayı açan alıntımı açıklar.


Otto Abetz Paris'teki bir nazi rejim subayıdır ve Paris'e sergiye gelmişken Picasso'ya ''bunu siz mi yaptınız'' diye sorar ve ona cevaben Picasso ''hayır, siz yaptınız'' der. Ya da yıllar sonra tablosunun küçük kartlarını dağıtırken almanlara ''evinize anı götürün'' diyerek resminin röprodüksüyonlarını verir.

Bunlar Pablo ve Guernica'ya dair olan hikayemizin renkli ve onun etik olduğu kadar politik duruşunu da sergileyen detayları ama en çarpıcı nokta eseri devlet sipariş etmesine rağmen Franco yaşadığı sürece eserin İspanya sınırlarına girmesinin yasaklanmış olmasıdır. Bir eser nasıl düşman olunan ötekine bir cevaptır işte ancak bu şekilde anlaşılabilir- Franco da mesajı almış ve cevabını vermiştir ama insanlık ve tarih; bugün Franco'dan çok Picasso'yu anar. Picasso yüceltilirken, eserleri en önemli sergilerde, koleksiyonlarda yer alırken bilinmesi gerekir ki ülkesine verdiği zarardan ötürü Franco'nun kemiklerinin vatan mezarlığından çıkartılması için karar alınması aşamasındadır. Bu resimse geçen yüzyılda ve sanat tarihinde savaşın vahşetini anlatan en önemli resim olarak anılırken Franco tarihin karanlık sayfası ve insanlığın yüz karası olarak anılmaktadır.



Son olarak Sigmund Freud


Şimdi üçüncü hikaye Sigmund Freud'un hayatından ve yapıtından küçük bir kesit olacak. Kendisi biliyorsunuz ki 1856 ve 1939 seneleri arasında yaşadı. İlk ikisinin aksine Freud, İkinci Dünya Savaşını ve yıkımlarına tanıklık etmedi. Fakat yaşadığı dönemi düşündüğümüzde onun da insanlığın vahşetine tanıklık ettiğini dile getirebiliriz: Birinci Dünya Savaşı, kızını ve bir çok arkadaşını kaybettiği 1918 yılındaki İspanyol gribi salgını, bir musevi olarak soykırımın ilk yılları...


Anlattığım hikayelerden Franco bu vahşeti tekrar tekrar yaratanlardanken, Picasso bu yaratılan şiddete çok güçlü bir cevap vermişti. Picasso, söz ve imge aracılığıyla dürtünün en insani yazgısını yüceltmeyi kullandı. Her birey böylesi bir acıyla karşılaştığında öznel cevabını verecektir. Kimi Milgram gibi bir deney üretir ve otoriteye itaat kavramını ortaya koyar, kimi unutulmaz bir şiir yazar, kimi bir resim yapar... Peki bu dönemde karşılaştığı ve anlamlanması her yaşayan için büyük zorluklar içeren şiddet olaylarının Freud'un kuramına etkisi ne olmuştur?


Birinci Dünya Savaşı sırasında askerler üzerinde savaş sırasında geliştirdikleri nevrozu tedavi etmek için elektroşok tedavisi sıkılıkla kullanılıyordu ve Profesör Wagner-Jauregg'un kliniği bunlardan biriydi. Klinikte olan çok sayıdaki intiharın sonucunda parlamento komisyonu bir soruşturma başlattı. Bu komisyon, profesörün tedavi şeklini incelemek üzere Freud'u bilirkişi olarak atadı.


Profesörün tedavi şekli hem Pavlov'un şartlanma/koşullanma kuramına, hem de Freud'un bir belirtiden edinilen ikincil kazançlar fikrine dayanıyordu. Açık belirtmek gerekirse profesör bu acı çeken, travmatize olmuş askerlerin belirtilerini savaştan kaçmak için bilinçli yapılan bir numara olarak görüyor ve onlara elektroşok verilmesi gibi ağır yöntemlerle bu aşırı tutundukları çözümü geride bırakacaklarını ve savaşa geri döneceklerini düşünüyordu1. Bu tedavi, bir tür olumsuz davranışı (savaştan rahatsızlık sebebiyle dönme) iyi davranma, savaştan uzak kalma gibi yöntemlerle pekiştireç verip “ikincil kazanç” edinmesi yerine olumsuz davranışlarla (izole edilmesi, dövülmesi, elleri kolları bağlanarak odaya oturtulması, elektroşok verilmesi, caydırmak adına yalnız bırakılmasıdır2...) bu belirtiyi bırakacağı hipotezine dayanır... Askeriyeyi ve askerleri bir savaşta işlevsel kılmaya çalışan bir psikiyatri hareketi üzerine elbet etik olarak da çok şey söylenebilirdi... Ama şimdilik rapora dönüyorum.


Bunun üzerine Freud, Türkçesini Psikanaliz Yazıları dergisinin 2017 bahar sayısında okuyabileceğiniz Savas Nevrozlarında Elektroşokla Tedavi Uzerine Bilirkisi Raporu adlı metnini yazıp, komisyonun ve profesörün önünde okudu. Öncelikle Freud, bu raporunda insanlığı tekrardan teslim eder. Bu Birinci Dünya Savaşı'ndan dönenler, insanın en karanlık yüzüne tanıklık etmişlerdir. Bu tanıklığın elbet sarsıcı etkileri olacaktır. Aynı zamanda savaş nevrozlarında da gözlemlenen ruhsal çatışmalar tıpkı barış dönemi nevrozlarında olduğu gibi ve profesörün ortaya koyduğunun aksine bilinç düzeyinde değildir. Freud'un kuramı bu şekilde eğilip bükülemez! Hasta tarafından arzuları, acıları ve yönelimleri bilinmemektedir, bilinçte değildir ve kontrolünde değildir.


Ayrıca kuramsal bakış açısı bir yana, bu hastaların – her halde son ihtiyacı olan kendisine kötü davranılmasıdır. Aksine onların insancıl koşullarda yaşamaya, konuşmaya, etkileşimde olmaya, özetle savaştan “başka” bir şeye ihtiyaçları vardır. Onların psikanalizle iyileşebileceklerini ve insancıl koşullarda barınmaları gerektiğini belirterek raporunu bitirir Freud.


Bunun üzerine devlete bağlı psikanalitik tedavi merkezleri kurulması düşüncesi doğmuştur ve bu da psikanalizin toplumdaki konumunu ciddi bir şekilde değiştirmiştir. Psikanaliz belirli bir bütçesi olan zenginlerin gidebildiği ve erişebildiği bir tedavi olmaktan çıkıp ilerleyen yıllar içerisinde Avrupa'da birçok ülkede temel sağlık sisteminde erişilebilir bir noktaya gelmiştir. Elbet bu kadar doktorun yetişmesi ve bu kadar insanla karşılaşma ve bu vakaların tartışılması da kuramsal yeni ufuklar açmıştır.


O kadar ileri gitmez ve Freud'un bu raporundan ve karşılaşmalarından sonra kaleme aldığı metne dönecek olursak görürüz ki o, savaş öncesine içerisinde olduğu Yas ve Melankoli metindende açık bir şekilde görülen kuramsal çıkmazları çözer. 1920 yılında yani Haz ilkesinin Ötesi'nde metninden itibaren tekrarlama ve ölüm dürtüsünün keşfi, narsisizm ve özdeşleşimle ilişkisinin açığa çıkmasıyla belirtiyi anlamak için artık ölüm ve yaşam dürtüsü arasındaki çatışmayı da incelememiz gerekecektir.



Anlamsız tesadüfler

Uzun lafın kısası söz, şiddet ve insancıllaşma ekseninde üç hikayenin nereden düğümlendiği açık. Fakat hayat ilginç tesadüflerle dolu. Anlamsız fakat ilgi çekici tesadüfler.



Zır deli Lacan 80 yaşında Öldü ve Guernica (Demokratik) İspanya'ya döndü...

Lacan'ın Picasso'dan öğrendikleri sınırsızdır, birçok kere onu alıntılar ama hayatlarının ve hikayelerinin kesişimi Lacan'ın öğrendikleriyle sınırlı kalmaz: Lacan'ın öldügü gün Guernica tablosu da yılların sansüründen kurtulur ve memleketine döner. İkisi aynı sayfada haber olarak çıkar. Psikanaliz- Sanat- Guernica – bazı yollar kesişmek için vardır.



Son söz

Dürtünün üç farklı yazgısı ve yazılması mümkün olanlar, yazılanlar...

Sahi siz hangisini seçerdiniz? Ben bugün burada bu soruya dinleyicilerin ve dinlediklerini varsaydıklarımın, seslendiklerimin huzurunda öykülerden dolayımlanarak bir cevap vererek bitireceğim.

Bu noktada bir çok danışanımı düşünüyorum- ama özellikle biri aklımda... Ölüm dürtüsü gökyüzüne açık- kürtlerden, ermenilerden, yahudilerden, zazalardan, karadenizlilerin çenesinden, akdenizlilerin tembelliğinden, eşinin ailesinden, ailesinden ve eşinden- en son olarak da kendisinden nefret ediyor. Onu dinlemek çok zor... Onun hiçbir ötekine, Ötekiliğe, farklılığa, kontrolden kaçana, istediğinin olmamasına tahammülü yok.

Analitik kliniğin amaçlarından biri, diğer terapötik çalışmaların aksine, kişiyi kliniğe getiren meselenin ötesine geçmeyi hedefler. Söze alan açarak kişiyi kendisinde de olan ve kendisine indirgenemeyecek olan Öteki ile tanıştırmayı ve üstlenmesini sağlamayı amaçlar. Özneyi ciddiyete davet eder ve bu ciddiyet içinde tam da kendini ciddiye almamayı, imkansız olsa dahi “benliksiz bir özne” yaratmayı hedeflerken; kendinden önce de var olan ve sonra da akmaya devam edecek olan söylem havuzunda, doğduğu arzuyla dünyada aldığı yerini tayin edebilmesini ve biraz da olsa bundan özgürleşebilmesini sağlamayı hedefler. Eskiden “okuma yazma bilen herkes kendisini zaman ve mekanda konumlayabilirdi” der tarihçi Jean Claude Barreau ve Guillame Bigot. Bu bilgi elbet tam olarak doğru değildir, “herkes değil” dedirtir fakat biraz psikanalizin derdini de çağrıştırır. Kendi doğduğu ailede, topraklarda, arzuda doğduğu zamanla ve mekanla ilişkisini tayin ettikten sonra- bu süreç içerisinde inşaa edilmiş gerçeği okuma biçiminden ve kelimenin her anlamıyla yabancılaştırılmış olanla tanışarak biraz daha özgür bir yerden hareket edebilmek.

Aktarmak ise gene benzer bir tutku... Hayatında belki de henüz Taksim'e dahi gelmemiş, kimi zaman Freud'un resmini görmemiş, kendine ve hayata karşı kapalı birine bu bilme arzusunu aktarmayı denemek yaptığım. Şairin dediği gibi “yaşama sevinci içinde”, içinden doğduğum ve üstlendiğim fakat dönüştürüp, ayrışmayı eksik etmediğim arzusula bildiğim ve bilmediklerimi aktarmaya ve “masaya koymaya” çekinmedim.

Geldiğim ilk seneden beri gerek klinikte gerekse seminerlerimde beraber çalıştıklarım var. Şu anda da buradalar. Her birine, her birinize borçluyum. Siz olmaksızın bu uzun süredir devam eden içinden geçtiğimiz ülkenin karanlık günlerinde öğrenme isteğimi sürdürmek zor olurdu. Ben masaya koymaya çekinmedim fakat beni de aktarmaya devam ettiren sizlerin sorularınız ve bilme arzularınız oldu.

İlk alıntımı tekrardan okuyarak metnimi kapatıyorum- aynı cümleyi okuyorum fakat metnimde işlediklerimden sonra farklı bir yerden ve sizinle başka bir anlamda okuyorum: Bir tablo, bir resim ve bizim durumumuzda bir çalışma ve psikanaliz, bir yeri dekore etmek, entelektüel bir geviş getirme için ya da sırf o kişinin kayınvalidesi ya da yürümeyen ilişkisi düzelsin ya da bitsin/kaygı atakları dursun diye değildir; bir duruş, duyuş ve bir mesajdır. Her bir yorum, bizim duruşumuzu, klinikteki duyuşumuzu gösteren bir mesajdır. Bu bağlamda klinik özneldir ve ta kliniğin doğduğu zamanlarda Freud ve profesörün öyküsünde de göründüğü gibi neyin hedeflendiği ve nasıl okunduğu politiktir. Çalışmak ve inandığı bir değeri sessiz kalmadan, yılmadan, umutsuzluğa kapılmadan olduğu mütevazi yerden alan açarak aktarmak ise yeterli hakkaniyette bir mesajdır. Bugüne kadar Freud'un deyişiyle bu üç imkansızı hedef alırken benimle çalışanlara teşekkürlerimle...

Pınar Arslantürk



1Detaylı bilgi için bknz. rüzgar çıkmadan hemen önce edilmiş bir söz ya da savaş ve travma üzerine bir not – Pınar Arslantürk, Psikanaliz Yazıları

2Bu parantezde anılan bütün yaklaşımlar o senelerde bahsi geçen profesör tarafından klinikte tedavi edici olduğu düşünülerek uygulanmaktaydı.

İçerikler
Recent Posts
Archive
Search By Tags
Follow Us
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page