Korona günlerinde (bir daha) karşılaştıklarımız
“Tarih diye adlandırdığımız epidemilerin tarihidir ...
Bu, Gerçeğe yazıyla eklemlenen bir simgeseldir1”
Jacques Lacan
“Kor'ona, onu ve beni aynı yere kor'madı”
Freud travmayı ruhsal dünyanın kapsayamayacağı derecede fazla uyaran olarak, Lacan ise gerçeği anlam dışı kalan olarak tanımlar. Lacan'ın topolojisinde anlam, imgesel ve simgeselin kesişiminde ve gerçeğin dışındadır. Bu gerçek'te anlamın olmadığı, onun kelimelerle, öykülerle, imgelerle ördüğümüz olduğunu işaret etmektedir. Kendisini empoze eden, bizi çevreleyen ve bir anda günlük rutinimizden bizi fırlatıp atan beden ve hayat gerçeğini dille ve öykülerle kavrayabilmek için sırtımızı dayadığımızdır anlam.
Lacan'ın “tarih diye adlandırdığımız epidemilerin tarihidir; [tarih] gerçeğe yazıyla eklemlenen bir simgeseldir” derken kastettiği böylesi kendisini dayatan, bulaşan ve yayılan bir gerçektir. Bizi kuşatan Corona salgını üzerine olan ilk yazımı, hızlıca özetlemem gerekirse ben de, corona virüsünün bizler için tam da böylesi bir gerçek statüsünde olduğunu ve bunun da en temel sebebinin bizi Öteki'ndeki eksikle karşı karşıya bırakması olduğunu dile getirmiştim3.
Şu an “bizi kuşatan“ olarak tanımlamam dikkatimi çekiyor çünkü bu tanımlama bir yandan çevremden aldığım “korona pozitif/negatif” haberlerine ve bu salgınla yaklaşan zihnimdeki karşılaşmama atıfta bulunurken; bir yandan da artan, sıklaşan düşüncelerim(iz)e, obsesyonlarım-ız-a atıfta bulunuyor. İşte bu obsesif yönümüzden ötürü kuşatma kelimesi dikkatimi çekmekte zira obsesyon kelimesinin kökeni de esasen kuşatma/kuşatmak anlamına gelen obsessio kelimesinden ve obsidere fiilinden gelmektedir. Etimoloji sözlükleri Orta çağ süresince kelimenin günlük hayatta bu anlamı ile kullanıldığını dile getirir. Ardından 16. yüzyıla geldiğimizde ''şeytan tarafından ele geçirilmiş kişinin hali'' anlamında kullanılmaktadır ve bu kişinin şeytan tarafından ele geçirildiğinin de kanıtı, kontrol edemediği düşünceler, imgeler ve davranışlardır. Bu pek bilmediğimiz, kontrol edemediğimiz virüs tarafından kuşatıldık ve bu kuşatılmaya da her birimiz kendi ruhsallığımız bağlamında farklı cevaplar veriyoruz.
Başka bir şekilde telaffuz eder ve okursak Kor'ona; bugüne kadar kendimizi güvende hissetmek için uydurduğumuz hikayemizin özetiydi belki de ve Martin Niemöller'in mısraları4 ise bu yalıtma şeklimizi özetlemekteydi. Fakat Kor'ona kısa süre içerisinde ona ya da buna değil; hepimize ve hepimizin hayatının rutin akışına bir çok sınırlama ko'yarak, kayıplara neden oldu; kor düştüğü yeri; durumumuzda ise tüm dünyayı yaktı. “Ona kor, bana bir şey olmaz” diyemediğimiz bir noktaya kadar her birimizi taşıdı.
Her birimizi o noktaya kadar taşımış olması, tarihsel bir dönüm noktasında olmak ve belirsizliğin içinde evlerimizde durmak, danışanlarla ve analizanlarla da benzer bir sürecin içerisinde olmak anlamına geliyor. Bu öncelikle çerçevemizi etkiliyor: artık seanslarımız online, bedenler buluşma anında aynı mekanda değiller ve her ne kadar psikanalizin esas alanı sözün alanı olsa ve bu online olarak aktarılabilse dahi, bedenlerin aynı mekanda varlığı da gerçek bir psikanaliz sürecinin işlemesi için gereklidir! Ardındansa bu süreç analitik çalışmayı ve analistlerle olan ilişkiyi birçok sebepten ötürü derinden etkiliyor. Öncelikle söz, danışanların ve analizanların:
Bu süreçte Musevi bir danışan, holocaustta kamplarda kapatılanların yaşantısını düşünürürken, önceden politik görüşlerinden ötürü ailesinde tutuklanmış ve işkence görmüş biri, bu akrabasının yaşantıları ve kendisi üzerinde olmuş etkileri üzerine düşünmeye başladı. Başka biri ebeveynlerine olan öfkesiyle, onların bu hastalığa yakalanması durumunda kendisine düşecek sorumlulukları ve ebeveynlerinin sorumsuz davranışlarını dile getirirken, öfkeyi dile getirmekte daha fazla güçlük yaşayan bir danışan hiçbir risk almamalarına rağmen annesinin hayatına dair yoğun kaygılar yaşayarak, belki de ilk bu denli şiddetli kaygı atağını yaşıyorken buldu kendisini. Annesine sürekli maruz kaldığı bu ortamda doğan içerisindeki saldırganlık dönüşerek bir kaygı atağı ile dile geldi. Bu salgın, birine 15 temmuz gecesinde yaşadıklarını hatırlatırken; başka birine bir oy vermenin ve bir kişinin evden çıkmasının sonuçlarını düşündürttü ve bu yolla genç bir yetişkin olarak bireyin toplumla ilişkisini öznel bir yerden anlamasını sağladı. Kimileri daha az özgür oldukları gelişimsel dönemleri, yani ergenlik ve özellikle erken ergenlik gibi evde kapalı kalınıp, ebeveynler izni olmadan evden çıkamadıkları dönemler üzerine düşündüler. Daha yoğun ve farklı düzeyde parçalanma gibi kaygıları olanlarsa organlarının çalınması ya da hali hazırda zaten ölü olduklarından bu süreçten etkilenemeyecekleri gibi düşünceleri de dile getirebildiklerini biliyorum.
“Sokağa çıkma yasağı” ise sanırım toplumsal olarak çoğumuzun öyküsünde güçlü bir gösteren ve bu yaşanan salgın da getirdiği yasaklarla beraber bizi, seanslarda bir hayli çalıştırıyor. Her birimiz için bu anılar ve hayatlarımızdaki ya da yakınlarımızın hayatlarındaki kapanmaya/kapalı kalmaya dair dönemler çağrışım zincirlerimizde ve rüyalarımızda aniden beliriyor. Başka bir deyişle bu gerçekle beraber savrulduğumuz ve belki de sıkıştığımız dünyalara her birimiz kendi kişilik örgütlenmemiz, yapımız ve öznelliğimiz içinden bir cevap veriyoruz. Kor, herkeste farklı bir yere düşüyor.
Tüm bunlar bana Freud'un travmanın açtığı ruhsal örüntüyü tanımlamak için kullandığı imgeyi çağrıştırıyor: “vazo yere düştüğünde hassas olduğu yerden kırılır” der. Bu süreçte de ortaya çıkan, beliren ruhsal süreçler bizim hassasiyetlerimizi, öznelliğimizi görünür kıldığı kadar aktarımsal süreçleri de canlandırıyor5.
“ Sizi çok merak ediyorum, iyi misiniz? Peki ya aileniz?”
Bu yazıda sıklıkla tanıklık ettiğimiz örüntülerden üstbenliksel söylemleri ele almamayı seçiyorken, bu süreçte şu ana kadar duyduklarımdan aktarımsal ilişki çerçevesine dair bir şey daha eklemeyi istiyorum. Beni arayanlar kendileri kadar benim için de olan kaygılarını dile getiriyor; benim nasıl olduğumu, nerede olduğumu sorguluyorlar. Seansların çoğu tıpkı Nancy McWilliams'ın da tanıklık ettiği6 gibi ister istemez analizan ya da danışan tarafından bir sağlık bildirmesi ve benim sağlığımın, nasıl olduğumun sorulması ile başlıyor. En küçük bir öksürük ya da ses titremesinde “bunun koronadan olmadığı; esasen iyi olunduğu, ateşini her gün ölçüldüğü, risk alınmadığı” gibi açıklamalar seansta yerini alabiliyor.
Yaşım ve sağlık durumum itibariyle ilk bakışta koronaya dair ciddi risk taşıyan bir grupta olmasan dahi; danışanlarım sıklıkla bana veya kendi çalışmalarının devamlılığına dair duydukları kaygıları dile getiriyorlar. Salgının en başından itibaren hızla online olarak devam edip edemeyeceğimizin sorulması, ilk yapılan online seanslarda özellikle evden çıkışlarıma, güvenliğime ve evimin rahatlığına kadar gelen onlarca soru ile bir çok terapötik süreç aktarımsal olarak daha da canlandı.
İyisiniz, evden çıkmıyorsunuz değil mi? Hemen havalenizi yapıyorum; zor bir durumda kalmayın. Bunca zamandır geliyorum; yüzünüzden anlıyorum bir şeyleri... Size bir şey olmaz her halde fakat ya size çok yakın birine olursa?
Kontrolüm dışında belki de koltuğumun sırtına bir anda kedim zıplıyor ya da herkes binada ve evde olduğu için bir duş sesi, müzik sesi, köpek sesi, sifon sesi giriyor konuşmaya;
Oradaki “evinizdeki” kim? Benden sıkılıyorsunuz, evdeki kişiyle olmayı tercih ederdiniz değil mi?
Belki karşımda, onların göremediği noktada kedim uyuyor ve horluyor ya da mırlıyor;
Horlayan kim? Kediniz mi var? Adı nedir?
Klinikte divanın karşısındaki duvar da maviydi, evde arkamdaki de mavi;
Seviyorsunuz her halde maviyi!
Ben elbette seansa giyinip, hazırlanıp giriyorum.
Nasıl bu kadar bakımlı olabiliyorsunuz? Hiç sarsılmıyor musunuz Pınar Hanım? Ben öyle sanıyorum; Pınar Hanım hastalanmaz, ona hiçbir şey etki etmez gibi; erkek olsanız aşık olurdum size. Bunu bilmek önemli benim için; ben sizin hiç sarsılmadığınızı düşünüyorum.
Bu sanırım bir olumsuzlama olarak duyulabilir. İncinebilirliğim keşfedilmiş fakat ancak olumsuzlanarak bilince gelebiliyor ya da aksi henüz taşınabilir bir gerçek değil.
Belki de bir anda onların da odasına çocukları giriyor bağırarak; hep adını duyduğum kişiyi ilk defa görüyorum. Onların kedisi, köpeği geliyor; ya da evleri öylesine küçük ki herkes evde olunca evde seans yapamadıklarından ve gerçekten yapmak istediklerinden arabadan arıyorlar beni; oturdukları sokakları, kapılarının önünü görüyorum. Başka bir tanıma biçimi de doğuruyor bu şekilde. Alışık olduğumuzdan fazla görsel bir dünya...
Benim onların olan saatte orada olup olamayacağıma dair sorular ve benim ya da bir yakınımın yıkılabilirliğine dair düşünceler ya da bana evlerinden göstermeye çalıştıkları bu aktarımsal alanı canlı tutuyor.
Bir yandansa muhattapları olan Öteki de eksikli ve hassas. Bir nevroze için en dayanılmaz olan bu değil midir? Elinden geldiğince eksiksiz bir Öteki var etmeyi dener ve en küçük kusurlarında onu suçlar; yıkmayı dener. Ondan alamadıkları kendisini yıkar ya da kendisinde bir aşk uyandırabilir. Fakat bu eksikliğe karşı hiçbir zaman farksız değildir nevrotik birey; eksikliyse o zaman ona tutunmak lazım aşkla, nefretle, kaygıyla ya da öfkeyle!
Delikten aşağıya düşerken Alice – “acaba bu düşüşün sonu hiç gelmeyecek mi?7”
Bu sürecin bu kadar aktarımsal ögeyi, kaygı ve emirleri uyandırması tıpkı Alice'in maceralarından uyanması gibidir. Alice harikalar diyarında'da Alice'in maceraları birer rüyadır ve bu rüyalar onun Öteki'ndeki eksiği keşfetmesi ile şu sözlerle biter:
“Sana kim aldırır ki? ... “Siz bir deste iskambil kağıdından başka bir şey değilsiniz8”
Bu cümleleri sarf ettikten sonra Alice uyanır. Sophie Marret-Maleval ise bu kareyi şu şekilde yorumlar “Hatırlayalım ki Alice’in maceralarının iki kısmında da uyanma Öteki figürleri zorda olduğunda, Alice onların hepi topu bir satranç taşı, oynanacak bir iskambil kartı, bir piyon olduğunu keşfettiğinde gerçekleşir. Bu, Lacancı bakışla tanımladığız/öngördüğümüz gibi, uyandıranın Öteki’ndeki kusur gerçekliğinden başka bir şey olmadığını hatırlatır.”
Tıpkı Alice'in habersiz bir şekilde sıradan bir çay olduğunu sanarken hiç de çekici olmayan bir “prens”ten gelen evlilik teklifiyle daldığı uykudan aniden uyanması ve kendi yolunu izlemeye karar vermesi gibi bu pandemi bir anda hepimizi içinde olduğumuz rutinin dışına attı. Hepimiz kendimizi Öteki'nin eksikleri ile yüzleşirken, onunla olan ilişkimizi gözden geçirken, kendimizde de “karanlıkta ve kapalı kalmışlara, sokağa çıkması yasaklanmışlara” açılmak durumunda bulduk.
Kimi Alice gibi göz yaşı gölünde boğulma riskiyle karşı karşıya ve bu maceralardan sonra artık kim olduğunu bilemez ve bir oral dürtünün içerisinde tıpkı Alice gibi kaybolmuşken9, kimimiz ise bu güne kadar olan birikimi, tercihleri, hayatında inşaa ettikleri ve ruhsal mirası ile barışık evinde bu sürecin bitmesini bekliyor. Başka bir deyişle, bu aniden düştüğümüz dünyada kendi gerçeğimizle bir karşılaşma anı içerisindeyiz. Bu an, terapötik ve analitik ilişki dahil bütün ilişkilerimizi sarsmakla ve derinlerde gömülü olan düşünceleri gün yüzüne çıkartmakla beraber hepimiz için ve dünya için tarihi, bir kere daha yazma olasılığını açtı. Lacan'ın da belirttiği gibi insanlık tarihi bir epidemi yani yayılabilen ve bulaşanın tarihi ise eğer bu dönemde bizden ve kapalı olan bilinçdışından da ne yayıldığı ve bu yayılanı yorumlayışımız kendi tarihimizde de o derece önemli olacaktır.
1Lacan J., Universités nord-américaines. Paru dans Scilicet n° 6/7, 1975, pp. 7-31, sous le titre : « Yale University, Kanzer Seminar ». 1975,
(Lacan bu metninde tarihten ve tarihte psikanalizin konumundan bir tarihçi ile konuşmaktadır. Bu diyaloğun içerisinden C. Hoffman bu anlamlı alıntıyı ortaya çıkartan ve uzun kesidin iki ayrı kısmını birleştirendir.)
Lacancı Psikanaliz Çalışmaları sitesinde alıntının içerisinde bulunduğu kesit çevrilmiştir.
2Kor burada metinde de okunabileceği gibi hem ateş anlamıyla kullanılmıştır, hem de bir yere terk etmek anlamında.
3Arslantürk, P., Covid-19 – Hangi gerçekle karşılaşmanın adıdır?, 16 Mart 2020, Retrived from https://www.lacancipsikanaliz.com/single-post/2020/03/16/Covid-19---Hangi-Ger%C3%A7ekle-ani-bir-kar%C5%9F%C4%B1la%C5%9Fman%C4%B1n-ad%C4%B1d%C4%B1r
4Önce komünistleri götürdüler, Sesimi çıkarmadım, çünkü komünist değildim. Sonra sosyalistleri götürdüler, Sesimi çıkarmadım, çünkü sosyalist değildim. Sonra sendikacıları götürdüler, Sesimi çıkarmadım, çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri götürdüler, Sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim. Sonra Katolikleri götürdüler, Sesimi çıkarmadım, çünkü Katolik değildim. Sonra beni götürmeye geldiler, Benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı...
5 Bununla beraber verdiğim süpervizyonlarda dikkatimi çeken terapist koltuğunda oturanlar için bu sürecin bir risk taşıdığı: Herkes için tetikleyici, gerçeklikteki olgu aynı olmakla beraber (pandemi sonucunda eve kapanma) tetiklenenin aynı olmadığını hatırlamak önemli. Terapistler sıklıkla dinledikleri kaygıyı/sıkıntıyı/öfkeyi “normalleştirerek”, “doğallaştırarak” bu süreçte duyulabileceklerini taşımakta güçlük çekiyorlar. Oysa ki bu sürece kulak kabartmak bize danışan kişiyi sürecinde gerçekten ilerletebilir, öteye taşıyabilir. Terapistlerin bu süreçte yaşadıkları bireysel kaygıları/sıkıntıları ya da öfkeleri ve olgunun dünya çapında yaşanması özellikle mesleğe yeni başlayanlar için danışanı dinlemeye yer bırakmamakla sonuçlanabiliyor.
Bu yazdıklarım bu süreçte kaygılanmanın “anormal” olduğu anlamına gelmiyor fakat bu süreçte uyanan düşüncelerin öznel kesidini göz ardı etmemek ve hepsinin aynı kaygı/sıkıntı olmadığını hatırlamak anlamına geliyor. Başka bir deyişle bir kapatılma ve hastalık süreci öykümüzdeki başka tür kapatılmaları ve mahrumiyetleri çağrıştırabilir ve bu herkeste özneldir.
6 McWilliams, N., Psychotherapy in a Pandemic, retrived from https://www.facebook.com/hakan.kiziltan18
7Carroll L., Alice harikalar diyarında, Bordo- Siyah yayınları, s.19
8İbid., s. 146
9Alice maceralarında sürekli olarak her bulduğunu yer, içer; bu yolla büyür ve küçülür. Aynı zamanda da büyük bir yutulma kaygısı hakimdir öyküye. Bunun gibi bu dönemde de herkes sürekli yemek yemek ve yapmaktan, bu süreçte aldığı kilolardan vs bahsediyor. Bunların hepsi oral dürtü metaforlarıdır.