top of page

Freud ve Lacan'da Aşk ve Arzu

Ödipal karmaşa kendisinde şunları kapsar: arzuya tamamen ulaşmak için çocuk en saf aşktan, annesine duyduğundan vazgeçmelidir. Bu [arzuya ulaşmanın] koşuludur. Gerek annenin reddinden gerekse buna çocuğun razı olmayışından ötürü bu tip bir fedakarlık meydana gelmediğinde kolaylıkla doğrulayabileceğimiz gibi arzunun; cinsel arzunun ortaya koyulması ciddi bir şekilde engellenmiştir. Şüphesiz belirtmeliyiz ki karmaşa denilenden geçilip çıkarken anneye duyulan aşktan ve hatta annenin böylelikle kendisinden kaçan çocuğuna duyduğu aşktan vazgeçmesi esnasında aşk bir şekilde sürüp gidecektir ama yüceltilecektir. Hepimiz biliyoruz ki aşk, kendisiyle beraber gereğince deneyimlenen ve roman yazarları tarafından olduğu kadar şairler tarafından da anlatılan boyutu taşır ve bu, yüceltilmesinin cinsel arzunun tamamlanılmasında (accomplissement) gerçektende nasıl bir başarısızlığı meydana getirdiğini gösterir. Sanki aralarında bir yandan bu temel kutupluluk ve aynı zamanda indirgenemez bir ayrılık varmış gibi...

M.C. Escher

Aynı zamanda şu anda olduğumuz noktadan aşk ve arzunun aynı merci ve yere dayanmadığını belirtmek hali hazırda mümkündür. Aşk şüphesiz ki bizim için bu boyuttan ayrılamaz. Neden birden bire [aşkı] kutsal diye adlandırmayalım ki? Onu kültürümüz de bu istisnayi varlık anne'nin - ailenin oluşturduğu bu özel alanda kutlar. Oysa ki arzuyu tatmin etmek için nesne dışarıda, başka bir alanda, dışında aranmalıydı. Bu başkalık arayışı bulunamadığı için arzunun gerçekleşmesi başarısızlığa uğrar.

Oysa ki hayat, cinsel hayat, aşağı yukarı buna ulaşma girişiminin oluşturduğu krizle damgalanmıştır. Bu çabaya kendimizi düzenli olarak veriyoruzdur. Bu çabaya, birde arzu ve aşkı evlendirme ve hatta arzuyu meşrulaştırmak için sadece aşkla destekleme dışında aşkın yüceltilmiş yani saf, cinselliksizleşmiş haliyle kendiliğinden yaşama zorunluluğu ya da arzuyu sadece ilişkisel boyutunda ve aşk boyutundan bağımsız yaşamak ekleniyor.

Ben sıradışı bir kısalıkta ve hızda bu soyut kavramlar aracılığıyla bana iyi niyetli görünen, iyi maksatlarla dolu olan ve aynı zamanda kaçınılmaz bir şekilde kendilerine rağmen bölünme, ayrılık, sıraların değişmesini yaşayan bir çok varlığın varloluşlarının en sıradanını ve onların bu iki boyutu uzlaştırmaktaki ve sonsuzlaştırmaktaki zorluklarını anlatıyorum.

Bu bakımdan bu düzenlemede bir kadının zorunluluğu ve bir erkeğin zorunluluğunun tamamen örtüşmediğini gözlemleyebileceğimiz doğrudur ve hatta sorun da budur.

Aslında, bir kadının isteği, doğal olarak ve henüz en iyi niyetlerle doluyken bir-tek- ve eşi olmayan (exclusive : içinde umuma açık olmayan anlamını da taşıyor) olmaktır. Ve düzenleme derhal kendini hatırlatır çünkü bildiğimiz gibi konu kendini eşinin annesinden daha fazla sevilen olarak tanıtmaktır. Yani bir-tek ve eşi olmayan olma ve aynı zamanda arzu konusu olma zorunluluğu. Yani (bu) kendinde aynı anda bir-tek ve eşi olmayan nitelikleri barındırmayı ve aynı zamanda eşinin arzu nesnesinin dayanağı olmayı gerektirmektedir. Öte yandan dilde şöyle bir şey vardır - bilmiyorum ama varsayıyorum ki bunu türk dili de daha az kullanıyor değildir- biz fransızcada çok yaygın bir şekilde çiftlerin ilişkisi zorlaştığında sadakatsizlikten konuşuruz.

Sadakatsizlik zengin bir terimdir çünkü (bu kelime) kendi kendine konuya burada inanç boyutunun dahil olduğunun altını iyi çizer. Sanki bir kadına olan aşkın onu istisna gibi kur(gula)ması gerekiyormuşçasına... Lacan en-az-bir (au-moins-une), kaideyi bozan, kaçan- tüm diğerleri gibi olmayan, istisna olan, tek olan yazar ve öyle bir yerde durur ki o, kimileri kutsallığın yeri ile aynı yere koyar; en-az-bir olan, bir-tek- ve eşi olmayan, sevilebilir olanı.

Kısa bir süreliğine konudan ayrılmama izin verin. Aranızdaki Dante ile ilgilenenler biliyorsunuz ki [onun] başına bu deneysel olay geliyor; o, yeni bir dilin kaşifidir. Yeni bir dil icat edip, bunun bir halk tarafından konuşulması her baba yiğidin harcı değildir ve bu keşif esnasında onun başına bir iş kazası gelmiştir. Yeni bir dil ortaya koymaktan ötürü, - en-az-bir (kadın), kurucu olduğunu- her dilin kurucusu olduğunu varsaydığımız bir istisnaya- bu en-az-bir-e aşık oluyor. Adını Béatrice koyuyor ve tüm hayatını onu ancak uzaktan seçmekle -hemen hemen hiç [görmeyerek] geçiriyor çünkü o (Béatrice) bir istisna olarak şüphesiz kaçınıyor, her toplanmadan kaçınıyor. Böylece o (Dante) onu her görüşünden sadece zevk almalı, onu gördüğüne mutlu olmalı ve bunun yanısıra [Dante] aracı olan başka varlıklarla ilgilenerek kendine beslenme görevi verdiğini söylüyor. Her şekilde bu varlıklar iyice insan olarak canlanmışlar (incarne), etten kemiktenler; kadınlar yani...

Ama Béatrice'i tekrardan bulduğu zaman, uzaktan o hiç de mutlu gibi gözükmüyordur. Onun (Dante'nin) kendisini etten kemikten insan olarak canlanmış kadınlarla böyle aldatmasından ötürü hiç hoşnut gözükmüyordur. O (Béatrice) o kadar saf, güzel ve istisnayi ki... Kesinlikle ona ulaşamaz. Dolayısıyla, bu hatırlatma aracılığıyla, Béatrice kaçınılmayacak bir talihi tanır, yani ölümü geldiğinde ancak uzaktan seçilmiş olmaktan ötürü ölümsüz bir hatıra bırakır...

Görüyorsunuz ya Dante'nin uzaktan seçtiği (apercevoir) Tanrısallık öfkeli, kıskanç, savaşçı ve korkulması gereken bir tanrının oluşturduğu değildi; oysa ki bu oluşturuyor olduğu yeni dille keşfetmeyi umut ettiğiydi. O öyle sevilesi, hoşkarşılayıcı ama bununla birlikte ondan kendisini bir kült yapılışının hizmetlisi olmasını bekleyen yani cinsellikten vazgeçmesini sadece onu sevmesini, sadece ona saygı duymasını bekleyendi ki bu garip olandı.

Bu garip simetriyi, bu garip zorlama aşkı görüyorsunuz. Böylece yenilenen (tekrar eden anlamında) kendisi için cinsellikten vazgeçilmesini isteyen, dolayısıyla kuşkusuz arzusunun ifadesinin sadakatsiz görünme riski taşıdığı ve diyebilirim ki aldatma olasılığının olduğu (aşkı görüyorsunuz)– öyle bir türden ki fakat burada klinik bir boyuttan ziyade daha varoluşsal bir boyuta giriyorum- aslında diyebiliriz ki kadınsı duruşun temelinde kıskançlık vardır. Bir şekilde bir kadın ne kadar seviliyor olursa olsun onu kutsallaştıranın arzusundan şüphe edebilir. İfade edilebilmesi için arzusu başka bir yerin- insan olarak canlanmış bireyin üzerine kayabilir.

Öteki bir gözlem belki de daha acıdır çünkü buraya kadar çok fazla itiraz etmediniz ama düşünüyorum ki bu da gelecektir. Başka bir gözlem, tabi ki ben de bu tip bir kaideyi bozmuyorum, benim için de, daha acıdır Derim ki böylece Béatrice için de olduğu gibi kutsallaşmış kadının yeri kendisini gerçeklikten başka bir mekanda tutmaktır; orada tahmin ediliyordur, arada uzaktan seçiliyordur. Aynen çağdaşı olduğu Dante'nin ki gibi Petrarque'nın Laure için olan aşkı aynı düzenlemeye tabidir ve Laure, onun kendisini kilisenin en arkasında seçmesine-arada/uzaktan görmesine izin vermiştir. Gerçeklik alanında, olan şudur; kadınlardır (c'est les femmes). Ama bunlar tanrılaştığı dakikadan itibaren gerçeklik boyutunda o kadar aşkla karşılanmış olan, kendisini bu uzaklaşmada, bu mesafede, gölgede, geçici görünmede değilde sürekli olarak gerçeklik alanında bulduklarında acı bir olay oluşur; aşk kine dönüşür.

Bu meraklandırıcı süreçle kutsallaşmış olanın gerçeklik alanında olmaması ama kendi yerinde ve arzu alanı diye Lacan'ın adlandırdığı alanda kalması gerekir. Öyle ki aranızda analitik deneyimle ya da psikanalizin tarihiyle ilgilenenler varsa bu uygulama uğraşlarının bir parçasıdır. Aktarım aşkının, yani neden olduğunu ve hangi sihirle olduğunu bilmediğimizin, analistin kimliği üzerine dayanacağını ve eğer bu analist gerçeklik alanında bulunacak olursa bu aşkın kolaylıkla nefrete dönüşme riskinin olduğunu deneyimleyebilirler ve aranızdaki psikanaliz hareketinin tarihiyle ilgilenenler Freud'un etrafında neler olduğunu bilirler. Freud ne topladı? Sürekli olarak öğrencilerinin kinini, muhalefetini, çekişmelerini ve onların ''ya ben? ya ben? ya ben? neden sadece sen?''ini topladı. Kuruluşunun tarihi üzerine; ona öyle bir dereceye kadar bu nefret hakim ki bir oğlun değil de bir kızın babasını risk almadan sevmesine sığınılması gerekiyor- sanki sevilebilecek tek bir kız varmışçasına -; çok kolay, öyle bir dönemeç.

Lacan'ın etrafında olanda buydu ve benim de hem tanık hem de oyuncu olmuş olduğum da kesinlikle aynı türdendi. Bu Lacan'la çok daha açıktır. Eğer her seferinde üstadı kendi öğrencilerinden ayıran derin kuramsal ayrılıkların ne olduğunu araştırırsanız kolaylıkla fark edeceksiniz ki bu kuramsal ayrılıklar ya yokturlar, ya da sıradışı bir şekilde azdırlar; uygulamanın ritüelleşmesine, standartlaşmasına ve her standarttan sapmanın Freud'a yapılmış bir hakaret oluşuna dairdir. Arada hazır değinmişken bu çelişkiye dikkatinizi çekiyorum; eğer bir analitik kürün amacı aktarım aşkını çözmekse yani öznenin kendini yükümlü gösterdiği ve sürekli olarak Lacan'ın büyük Öteki diye adlandırığı, pazarlık ettiği, tartıştığı, hesapladığı, sevdiği, nefret ettiği, ona karşı savaştığı,... dayanağına olan aşkının çözümlemesiyse... İyi de eğer kürün amacı bu aktarım aşkını çözümlemekse fark edersiniz ki kin bu aktarımı çözülemez, ölümsüz kılar. Siz asla kendinizi hedef aldığınızdan kinle ayıramazsınız. Aşk yorulabilir, silinebilir, unutulabilir, uzaklaşabilir, değişebilir ama peki ya kin? Ondan, hedef aldığınızın içinde olandan asla vaz geçemezsiniz. Bu aktarımı ölümsüzleştirmenin beklenmedik yollarından biri olur.

Sadece tanımlayıcı olmamak ama bunların hepsini düzenleyen hakkında biraz daha açık olmak adına, size şunu demeliyim ki batılı dünyada aşk hep Bir'dir; Bir, Bir'in aşkıdır, Tek olanın, yalnız olanın, eşi olmayanın ve gerçeklik düzleminin dışında kaldığı sürece erişilemez bir tepede ya da girişi mümkün olmayan herhangi bir mağaranın kapısında olan Bir'in aşkıdır. Bir'in aşkı.

Arzunun nesnesinin sebebi tamamen farklıdır çünkü arzuyu ayakta tutan ve bizim türümüzün çelişkisi buradadır: bu, her zaman eksik olandır. Çocuk ve genç yetiştirmenin en önemli özelliği bu eksikliği simgeselleştirmeye girip-giremeyeceğini görmektir. Simgeselleştirme çünkü her zaman başarılmış değildir ve uzun süreler Winnicott'un geçiş nesnesi olarak ayrıştırdığıyla işleyebilir. Yani bu [geçiş nesnesi] çocuğun kendini onun aracılığıyla doyuma ulaştıracağı, daha sonra bulmak için uzağa koyacağı ve yeniden uzağa koyacağı ve yeniden bulacağı nesnedir. Başka bir şekilde söylersek bir mesafeye koyma ve her şekilde tam halledilemeyen ve hiçbir zaman kesin olmayan bir kayıp. Kayıp edileni, arzumu ayakta tutmak için ayırıyorum ama biliyorum ki geri getirebilirim. İşte bu Freud'un hali hazırda kendi küçük kızlarından birinin bir makara oyunu diye adlandırdığı oyunuyla ilgili olarak anlattığı bir etaptır. Annesinin yokluğunda küçük kız, bir ipe bağlı olan makarayı atıyordu ve sonrasında kendine ipin ucundaki makarayı geri getiriyordu. Bunu annesinin yokluğunda ve annesi gelene kadar yapıyordu. Arzuyu sebebi olan nesne (l'objet cause du désir) bizi hayvanlar dünyasından ayıran özelliklerden biridir.

Bunu hiçbir zaman hayvan dünyasında görmedik. Bugün çok kuvvetli kuramlar var çünkü katı bir şekilde bilimsel olduklarını iddaa ediyorlar. Bunlar davranışsal yaklaşımlardır ve insan ile hayvana arasında pek bir kesinti olmadığını söylerler. Oysa ki bunlar arasında şöyle bir büyük fark vardır: biz, hiçbir zaman bir hayvanın arzusunun düzenlemesini sıradışı bir eksik olan nesne üzerine kurduğunu görmedik. Ve düşünmüyorum ki bu deneyler ne olursa olsun hep deneyebiliriz, hiç göremeyebiliriz. Yani arzuyu ayakta tutan saf bir eksiktir ve bu eksik imleyenin Bir'iyle vuku buluyor değil ama bu imleyenin oluşturduğuyla yani harfle beden buluyordur.

Kendimin kısa süreliğine konudan sapmasına izin veriyorum. Bu konularla tanışık olmayanlar için biraz karanlık veyahut gelişigüzel görünmemi affedin ama bu, size başlangıçta bir'le yani aşkın dayanağıyla ve bu bir'in aşkını dinsel gelenekte destekleyenleri ve hatta neden olmasın, bir gibi olan kavramın aşkı ve varsayılan varlığın doğruluğu (burada emin olabiliriz ki Hegel'i düşünüyorum) -ki tüm bunları ele almayacağım- arasındaki ayrışmaya tanıklık edebilmek için. Yani 1'in aşkını, arzunun kaynağını yani Lacan'ın tek bir harfle yazdığı ve Cartan'ın aleph ile yaptığının - yani bitmemiş olanın yazımı ama küçük a'daki küçük bir harfle simetriğini yapmak isteyen-, küçük a nesnesi dediğine karşıt koyarız.

Böylece yapısal bir imkansızlığın eşiğindeyiz. Yani 1 hiçbir zaman gelip bu eksik olan, arzuya kaynak olan küçük a nesnesi ile ilişkilenemez. Bundan dolayı Lacan bu kadar şaşırtıcı, gelişigüzel, komik görünen formulü yazmıştır: cinsel ilişki yoktur. Yani bir adam ve bir kadın asla kendi ilişkilerini yazamazlar çünkü birinin arzusu bu 1dir, bir olarak, eşi olmayan olarak en-az-bir olarak tanınmaktır. Oysa ki adamın arzusu bu küçük a nesnesidir. Yani burada ilişkilerinin sıradışı bir yazılım imkansızlığı, bir kiyazma vardır.

Erkenden bir soru doğar çünkü ben kendi batı kültürümüzden bahsediyorum. Bu imkansızlık her kültürümüzün dayandığı, belgelerde de olan daimi bir sonuç mudur? Gerçekte görüyoruz ki kesinlikle öyle değildir. Ne Antik Yunan'da, ne Romalı'larda böyle bir çelişki yoktur. Bunun üzerinde çok durmayacağım ama onlar yalın bir şekilde özellikle şairler saraya değin aşkı (amour courtois) yani eksildiği anda güzelliği için ve ona olan aşkları için şarkı söyledikleri güzel odalıktan uzaklaşmayı keşfettiler. Ama bu ikincildir (accessoire). Demek istiyorum ki aşk onlar için bizim, her birimizde olduğu öznel yere sahip değildir. Onlarda bu, sorun yaratmayan açık bölünme (clivage) vardır ve kimse gelip evin efendisi olan elinde anahtarları tutan kadınla ve cinsel yaşamın bunun dışında kalan ve kibar fahişeyi olduğu kadar oğlancı diye adlandırdığımızı ilgilendirenle olan boşanmasından-sadakatsizlikten konuşmayacaktır.

Yani iyi tasarlamak lazım. Birin aşkı, bir'in yüceltilmesi dinimiz tarafından meydana getirilen bir yükseltmedir. Her birimiz için bu yükselmeyle beraber arzu ve aşkı uzlaştırmak gibi barışçıl ve hoş denemenin çıkmazlarının ve böylece onların ayrımından, boşanmasından, çelişkisinden ve karşılıklı tatminsizliğinden kaçınmanın doğduğu açıktır.. Bu konu hakkında bir not daha, aşk her zaman düellodur ve düello olmak ister: 1 + 1. Öyle ki birbirleri ile birleşmek ve bir olmak isterler. İşte güzel bir hırs; bunu yazarının daha az saygı duyulası olmadığı Shakespeare'in saygı duyulası oyununda Othello'da bulursunuz. Saygı duyulası bir oyundur çünkü taptığı ve karşılıklı tapınılan arasına gerçekten en küçük bir gölgeyi kim sokabilir? Ve bu oyunda şu da vardır: Iago, yere düşmüş sıradan bir mendille neyin girizgahını yapıyordur? Othello'nun maalesef ki yıkıcı kıskançlığında Iago üçüncü bir unsur, üçüncüllük sokuyordur. Kendilerini yalnız sanan, birisinin ötekisi için olduğu, engel olmadığı yani birbirlerini sevebilecekleri anda bu ikisi arasında hala bir üçüncü vardır ve bu üçüncü eksik olamayacak bir şekilde arzudur. Analitik kuramda Freud'un libido diye adlandıracağı Lacan'ın fallus diye adlandıracağı...

Yolumuzun burasında, -sizin dikkatinizi uzun bir süre daha kötüye kullanmayacağım-, bu çıkmazın tamir edilmesinin mümkünatı var mıdır? Eğer bu düşünülebilirse, nasıldır? Hangi şekilde? En başından beri Lacan'ın yolunu izleyenler, çünkü Lacan için insanlığın belirtisini oluşturan, adamlar ve kadınlar için bir şeylerin yolunda gitmemesinin ve dolayısıyla sosyal hayatta rahatsızlığa ve sosyal etkileşimlerin de katılacak olmasının nedeni kesinlikle (immanquablement) özel hayatta (yolunda) gitmeyenin yansımasında bulunacaktır. -Örtbas etmek için- soru, kendince bu hayvan türünün bu kadar garip olan insan diye adlandırdığımız türünün adam ve kadın için kendi cinslerinin duruşunun (position) farklılığını koruyarak belirtinin kalkmasını denemek sorusudur çünkü bu konuda bu belirtiyi çözmek için birçok kültürel girişim vardır; onlar bu farklılıkların yok edilmesi içindir ki bu da şu an anlatıyor olduğum sorunu çözmek için bir girişimdir. Lacan'ın girişimi adam ve kadınlar için onların cinselleşmiş kimliklerini koruyarak yani her biri için duruşunu tanımlayan aynı nesne etrafında uzlaşabilir mi? Çünkü iki tarafta da (biri içinde, diğeri için de) eksik olan şey küçük a nesnesidir ama bunun yerine bizim bir'e olan aşkımız, en-az-bire olan aşkımız gelip konuyordur ve bu, onların ilişkisinin ortasına gelip sıradışı imkansızlığını koyuyordur. Lacan'ın bu girişimini zor ya da soyut bir hazırlanma olarak görünebilir çünkü hiçbir zaman ne hoşa gitmeyi, ne tavlamayı, ne ikna etmeyi aramıyordu; herkesin kendinin başa çıkmasına, (kuramıyla) getirdiğinin istediği kadarını almasına izin veriyordu. Burada bu hazırlayışta borromeen düğümde yazdığını bulursunuz.

Adam ve kadın acaba bu kiyazma içinde bulunmak ve farklı nesnelerin zorunlulukları, biri için 1 diğeri için küçük a nesnesi yerine bu amaçla arzularını düzenleyenin (organise) temelde aynı nesne olduğunu tanıyabilirler mi? Ki bu çok farklı bir düşünme biçimi yaratır çünkü düşünme biçimimiz kavramlarla yönetilir.

Kavram, tüm düşünceler buradan çıkarlar. Erdem Erdem mi kelime fransızcada neydi? nedir? Erdemden size sadece kelime kalır. Bir çok uygulama vardır. Kendi kendinize ''evet, bunlar erdemli, bunlarsa tam olarak değil'' dersiniz ama her şekilde bu kelimeyle -erdem- kendinize şunu sorarak bir kavram yaratacaksınız : ''onun varlık'ı nedir''? Onun özü (substance) nedir? Aynı şekilde, şüphesiz, adam kavramını ortaya koyacaksınız ve araştıracaksınız; bu metafiziktir. Onun özü, varoluşu nedir? Onu tanımlayan özelliklerin tümüdür. Öyle ki bir adam kendisini bu özellikler sahesinde tanıyabilir. Bilir ki bu özelliklere sahip çıkarak, o gerçekten bir adamdır ve insanlığın içindedir.

Unutmamak gerekir ki bu düşünce bir dönemde -totemizmle beraber- ortaya çıkmıştır ki orada da insanın hayvan hariç bir örneği yoktu ve kendisini ait olduğu klanla beraber tanırdı. Ama bu sihirli şey ortaya çıktı; hayır, insan bir hayvan değildir ama o zaman varlığı nedir? İşte güç budur, kavramın gelişimi ve o zamandan beri bu soru kafaları kurcalamayı bırakmadı... Şimdi geliyor, az önce Platon'la başladım, ki düşünürler şu noktaya gelmişlerdir, sonuçlayamayız. İyi nedir? Siz bunun ne olduğunu söyleyebilir misiniz? Çok büyük bir soru ama sadece sorulan iyiliğin varlığını, özelliklerini ve sizin ''bu iyidir'' demenizi sağlayanları aramak. Bu soru derim ki ancak kavram ortaya konduktan sonra sorulabilir yani 1 gibi ilk (başlangıç anlamında) bir kavram; kurucu Bir, yaratıcı Bir kavramı... Ona kesinlikle havale ediliyoruz. Yani, bu Lacan tarafından ortaya koyulan dava, ciddi bir düşünce zorluğu yaratır ve bu bir çeşit güçlükten, güçlülükten, kavram geleneğinden vaz geçmekten ibarettir. Ama ne uğruna? Bir çeşit gericilik için mi? Kesinlikle hayır. Şunun uğruna: biraz evvel bilgi ve tanıma arasındaki kiyazmadan bahsettim. Her birimizde bir bilgi var. Bu bilgi kavramlardan oluşmuyor. Kendini kesilmelere sunan bir sözcüklü zincirden oluşuyor. Bu kesilme açıklayıcı ama hiçbir şekilde bir kavram olarak kendini empoze etmiyor.

Günümüzde bu nokta Lacan'ın son çalışmalarından yola çıkarak en uç düşünülebilecek konudur. Bu akşam sizinle bunu çok açmak istemiyorum. Bunu yapmak istemiyorum, bu benim tarafımdan çok gözü yükseklerdelik olurdu ama ben bundan bahsettim ki siz, bizim işimiz olan görünen özelliklerin imleyenlerinin ustalığından vaz geçmek ne olurdu hayal edesiniz. İmleyen düzenli olarak emredici ve buyurucudur. Bizim, gerçekle ilişkimizi yönetendir. Ve bundan ötürü, ona kıyasla hep eksiğizdir. Bir İdeal gibi işler. Ona kıyasla hep eksiğizdir, bunun medana gelişi onunla gerçekle ustalığına ulaşamamızdan gelmez mi? Gerçek tanım olarak her zaman ondan kaçacak olandır. Hepimizde olan bilginin içinde varlığının doğruluğundan çıkanın ne olduğu vardır. Ve girişim eğlendirsin diye tavsiye ederim, ki hiçbir şey anlamayacaklardır ama neden olmasın? Les non dupes errent (Aldanmayanlar Dolanır4) seminerini okuyun.

Bu çalışma süresince size ilkel babadan, en-az-bir-eksikten, istisnadan, kutsallıktan, Lacan'ın yazdığı Babanın Adları'ndan (les noms du Père) ve Aldanmayanlar Dolanır'dan (les non dupes errent) bahsettim. Bunun bir şaka gibi ele alınması normaldir, ciddi görünmüyor. Bu, onun meşhur kelime oyunlarıydı.

Bununla sonuçlandırıyım; ciddi olmayan, genelde en ciddi olandır. Ciddi gibi görünmüyoruz diye gelip seriye yazıldığımız anlamına gelmez; (buna) inanmamak gerekir. Ciddi olmayana biraz dikkat etmeyi bilmek lazım. Ve ben, eğer buna değiniyorsam bu hiçbir şekilde size bilgi aktarmak için değil ama aranızdan bazılarında gidip bakma arzusu uyandırmak içindir. Çünkü gördüğünüz gibi konu değersiz ya da sıradan değildir. Kültürel, özel hayatı ilgilendiren ve bizim günlük hayatımızın her gününü ilgilendiren bir konudur. Eğer ona dikkatimizi vermezsek bu konu daha ısrarlı bir şekilde bizi burguyla delecektir. Bu soru, o zorlukların en sonunda çelişkisiz ve cinslerin savaşından sakınarak oturulabilir olması içindir ve hatta onları birleştirme denemesini de, eşitlik zorunluluklarını da ve çiflilik yani kültürümüzün günümüzde olduğu tüm gelişim... Yani Lacan bunun üzerinde çalışıyordu. Onun tutunduğu buydu. Ve size şunu söylemeliyim ki onu hayatının son anlarında görenler – ki hali hazırda yorgun, hastaydı- zamanının tümünü bürosunda, restoranda, restoranın peçetelerin üzerinde... – ki 1975de New York'taki eski dostu Dali ile olan karşılaşmasını – ki bu fotoğrafı Nami Başer'in Lacan üzerine olan kitabında da buluyoruz. Lacan ona kendi borromeen düğümlerini çizdi ve şöyle dedi: ne düşünüyorsun? Yani, istediği kadar dahi olsun Dali hiçbir şey düşünmedi, ona hiçbir şey demedi. Ama Lacan'ı görmek dokunaklıydı. Varoluşunun son dakikalarına kadar bunun için savaştı: kendi sorunsalları ve kendi yazılımı. Umarım sizi tüm bunlarla çok yormamışımdır. Ve umuyorum ki size çok soyut görünmemişimdir ve size dikkatiniz için teşekkür ediyorum.

1Charles Melman, Uluslararası Freudyen Dernek'in kurucularından ve Uluslararası Lacanyen Dernek'in kurucusu.

2Fransızca kayıt : Benoit Fliche

3Türkçeye çeviren : Pınar Arslantürk

4Les non dupes errent aynı zamanda les noms du père (babanın adları) kelimesinin sesteşidir ama kelime farklı bir şekilde kesilmiştir. Türkçeye çevrilirken anlam kaybı olmaktadır. (ç.n.)

Tags:

İçerikler
Recent Posts
Archive
Search By Tags
Follow Us
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page