top of page

Lacan ve Ergenlik

Jacques Lacan’ın öğretiminden yola çıkarak ergenliğe nasıl yaklaşabileceğimizden bahsedeceğim. Bu ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Zira Lacan’ın ergenliğe dair doğrudan referansları pek azdır, Lacan yazılarında ya da seminerlerinde bu terimi çok nadiren kullanmıştır. Fakat öyleyse bunun sebebini sorgulamamız gerekir. Ergenlik teriminin bu nadirliği Lacan’ın, öznenin başka her dönemden yoğun biçimde cinsellikle karşılaştığı yaşamının bu dönemi ile ilgilenmediği anlamına gelmiyor. Lacan’ın bu terimi kullanmamasının sebebi bana kalırsa ergenlerle olan klinik çalışmayı gelişim psikolojisi tarzıyla ele almak istememesidir.

Peki nasıldır genelde psikolojide ergenlikten bahsetme biçimimiz? Ya psikanalizde? Genelde ergenlik bir evre, başka dönemler arasında bir dönem olarak ele alınır. Çocuk büyürken bir evreden diğer evreye geçerek ilerler, giderek olgunlaşır, yani gerçekliğe uyum sağlar. Öte yandan bu olgunluk, çocuğun dünyayla olan ilişkisinde belirmeden evvel, cinsellik alanında meydana gelir. Böylelikle çocuk, daha ziyade bebek, teoride öncelikle oto-erotik dediğimiz kendi bedenine libidinal yatırım yaptığı bir dönemden geçer – ki Freud bu dönemleri öncelikle oral sonra anal olarak sıralar, ta ki genital faza gelene kadar. Bu kez, çocuğun ilk aşk nesnesi seçimini yapacağı Ödipal aşama söz konusudur. Çocuk yalnızca kendi bedenini arzulamayacak, ebeveynini aşk nesnesi olarak belirleyecektir, ve bununla aynı anda cinsellikle ilgili bir yasakla, ensest yasağıyla karşılaşacaktır. Oidipus kompleksinde ötürü bu faz bastırılacak ve ancak ergenlikte yeniden uyanacaktır. Bir kez büyüyünce çocuk cinsel eylemi gerçekleştirebilecektir. Artık bir partner seçebileceği ve ötekiyle bir çift ilişkisi kurabileceği, bir kadın ya da erkek olarak kendini gerçekleştireceği bir aşamadadır. Aynı zamanda, toplumla olan ilişkisinde ebeveynlerinden ayrılmasının bekleneceği, toplumsal ve profesyonel olarak kendisini gerçekleştireceği yaştır bu. Yani dünyaya adapte biçimde “hayatını kurmaya” başlama zamanıdır.

Bu yaklaşımda görüyoruz ki çocuğun yavaş yavaş gelişimi söz konusudur. Bir evreden diğerine geçerek çocuk her aşamada kendini biraz daha olgun, biraz daha uyumlu kılan bir şey edinmektedir, yalnızca cinsellik açısından değil, sosyal bağ açısından da. Kendi bedenin erojen alanlarına yaptığı yatırımdan, ötekine yatırıma geçecek, bu ötekini aşk nesnesi olarak belirleyecektir. Öncelikle Oidipus fazında ebeveyn, sonra ensest yasağı sebebiyle ergenlik döneminde diğer başka partnerler. Yani böylelikle çocuk dünyayla ve cinselliğiyle giderek daha kontrollü bir ilişki kuracaktır. İşte en yaygın görüşe göre ergenlik, öznenin kadın ya da erkek olarak adapte ve uyumlu bir cinselliğe doğru böyle bir geçiş dönemidir.

Oysa Lacan’ın eleştirdiği ve ergenlik terimini pek kullanmayışının sebebi tam da budur. Zira Lacan, uyumlu, adapte, kontrollü bir ilişki üzerine kurulu bir cinsellik ya da özellikle cinsel jouissance fikrine dayalı bir gelişim algısını eleştirir. Hatta bu konuda Lacan açıkça alaycıdır. Bu yaklaşımda yetişkinlerin tam olarak olgunlaşmış ve dengeli varlıklar olmaları gerekirken yaşamlarında nasıl davrandıklarını görmek bundan şüphe etmeye yeter de artar ! Lacan bu kontrol üzerine kurulu gelişim fikrine karşı cinsellikle karşılaşmanın uyumlu biçimde kontrol edilebilir olmaktan çok uzak, aksine travmatik olduğu tezini geliştirecektir. Burada travma sözcüğünü şu ya da bu dramatik olayın sebep olduğu psikolojik travma anlamında almamak lâzım. Lacan burada cinsel gerçekliğin travmatikliğini, cinsel jouissance’ın Ödipal fazında olduğu gibi buluğ çağının uyanışında da özneyi hazırlıksız yakalayan, bölen, onda bir sorgulama hatta bir ıstırap ve tabii semptomlar uyandıran bir şey olduğunu ifade eder. Lacan’a göre bir fazdan ötekine geçiş, hep bu özneyi bölen (divisant) ve cinselliği sorgulatan aşamadan geçişle olur, ve harmoniden hayli uzaktır bu.

Ödipal fazı ve Lacan’ın önerdiği okumasını ele alalım. Ona göre çocuğun bu aşamada karşılaştığı, talep ettiği ile arzu ettiği arasındaki ayrıklıktır, ki bu ayrıklığın adı kastrasyon kompleksidir. Peki neden? Çocuk bu ayrıklıkla ensest yasağında karşılaşacaktır. Bu fazdan önce çocuk, ebeveynin tatmin edebileceği taleplerde bulunmaktadır. Örneğin acıktığında ebeveyn talebine tatmin edici yanıt verebilir. Oysa genital fazda bedenin değişimlerinden ötürü çocuğun libidinal yatırımı cinsel organlara yönelmiştir, ve bu organlar hakkında sorular sorar.

Burada Freud’un aktardığı at fobisi olan Küçük Hans vakasını örnek verebiliriz. Bir çocuğu Oidipus kompleksi sırasında neyin meşgul ettiğini anlamak açısından çok önemli bir metindir bu. Hans’ın ağzından dökülen sözler büyük ölçüde doğrudan aktarılmıştır. Örneğin bir gün annesi kendisini temizleyip giydirirken geçen diyalog. O sırada dört yaşındadır. Hans annesinin pipisinin etrafını pudraladığını ama pipiye dokunmadığını fark eder. Şaşkın vaziyette sorar: “Neden ona parmağını değdirmiyorsun?” Annesi: “Çünkü ayıp.” Hans: “Ayıp ne demek, neden ayıpmış?” Anne: “Çünkü uygun düşmez.” Hans, gülerek: “Ama hoşuma gidiyor !”[1]

Bu alıntı bize ne öğretiyor? Öncelikle bir çocuğun yaşadığı ve tekrar etmek istediği bir cinsel uyarılma var: “Ama hoşuma gidiyor!”. Utanıp çekinmeden masumca annesinden talep ettiği tatmin talebinin sebebi budur. Öteki’nden ona yanıt olarak ise sadece bir yargı değil aynı zamanda jouissance’ına ve arzusuna dair bir yorum geliyor. Hans öğreniyor ki talep ettiği, arzu ettiği uygunsuzmuş. Peki bunun ne gibi sonuçları oluyor? Öncelikle, bu şekilde söz aracılığıyla simgeselle eklemlenmiş olan cinsel jouissance birden gizemli bir hal alıyor. Nedir bu, bu ayıp şey? diye soruyor Hans.

Dahası, burada arzu ile talep arasında bir ayrılma oluyor. Hans burada arzu edilebilen ama talep edemeyeceği şeyler olduğunu deneyimliyor. Son olarak da bu deneyimin bilinçdışı sonucu var. Arzu ve talep arasındaki bu ayrıklık yüzünden, bundan böyle artık arzu yasak ve bastırılmış hale geliyor. Freud bize bu diyalogdan iki gün sonra Hans’ın ilk sansür rüyasını gördüğünü anlatıyor. Yani ensest içerikli arzusunun kılık değiştirerek, bilinçdışının çalışması tarafından maskelenerek belirdiği türden bir rüya. Görüyoruz ki bu cinsel gerçekliğe geçiş, çocuğu yalnızca sorgulatmakla kalmıyor, aynı zamanda bölüyor ve bilinçdışı anlamda etkiliyor. Yeni bir afekt bu geçişe, çocuğu bu travmatik karşılaşma ile karşı karşıya bırakan bu ana işaret ediyor. Ar duygusundan bahsediyorum, tabii ona eşlik eden utanç duygusundan da. Hans’ın babası sözünü ettiğimiz rüyanın ertesi gününe dair şöyle aktarıyor: “Hans’ı tuvaletini yapmaya götürdüğümde ilk kez bana, kimse göremesin diye onu evin arkasına götürmem gerektiğini söyledi. O andan itibaren, tekrar eden biçimde, çişini yaparken görünmek istemediğini gözlemledim.”

Önemli bir örnek teşkil eden bir klinik sekans var elimizde. Ve bize Lacan’ın sözünü ettiği fazların ne olduğunu anlamamız için yardımcı olacak. Çocuğun her bir fazda cinsellikle biraz daha olgun ve kontrollü bir ilişkiye ilerleyeceğini düşünebilirdik. Lacan Freud’u okuyarak bunun aksinin doğru olduğunu gösteriyor. Cinsellikle karşılaşma oidipiyen fazda ya da buluğ çağında, hep özne için bu travmatik etkiyi uyandıran gizemli jouissance ile bir karşılaşma şeklinde oluyor. Ve bu yüzden Lacan bunu gerçeklik olarak değil gerçek olarak adlandırıyor. Yani kastrasyon kompleksi Lacan’da, cinsel jouissance’ın travmatik gerçeğiyle karşılaşmaya verilen bir ad oluyor.

Bunu daha açık biçimde ifade etmeliyiz. Burada bahsettiğimiz kastrasyon kompleksi anlamındaki iğdiş edilme, genelde imgesel biçimde tanımlanan, bir yandan erkek çocuğunun penisini kaybetmekten korkması, öteki yandan kız çocuğunun kendinde bir organın eksik olduğunu duyması şeklinde olan değildir. Bu açıklama fallusu bir organa, penise indirgemektir. Oysa Lacan tam da bu anlamda Freud’dan bu yunanca terimi ödünç alarak fallusun organ olmadığının ve Antik Yunan’da olduğu gibi simgesel bir şey olarak tanımlanması gerektiğinin altını çiziyor. Neyin simgesi? Yitirilmiş ve ilelebet eksik kalacak bir jouissance’ın. Bunu Hans’ın durumunda ensest yasağından dolayı tatmin talebinin gerçekleşmeyişinde görüyoruz. Bu andan itibaren, fallus bir yandan yasak, kayıp jouissance’ın simgesi; öte yandan bu yitimin çocukta uyandırdığı arzunun simgesi oluyor.

Sonuçta fallus, talep edilemeyecek olanı, burada Hans’la gördüğümüz gibi hiçbir zaman tam olarak tatmin edilemeyecek bu yüzden de hep arzu edilecek olanı sembolize etmesi anlamında arzunun simgesidir. Lacan için fallus kimseye ait olmayıp aksine, herkeste, kadın için de erkek için de eksik olanı simgeler. Kastrasyon da bu travmatik jouissance yitimi deneyiminin adıdır. Fallus da bu yitik jouissance’ın gösterenidir. Bu, öznenin arzu etmeye başlayabilmesi için gerekli bir travmadır; zira arzu bu yitimden, bu eksiklikten doğar. Cinsel jouissance deneyimi bunun temelidir. Kastrasyon kompleksi sırasında yani 4-5 yaşında olduğu gibi ergenlikte de meydana gelen ar ve utanç duygusunun klinik önemi de buradan geliyor. Bu iki afekt kastrasyon deneyiminin işaretidir, bu fallik jouissance’ın uyumlu ve olgun olmaktan çok uzak, aksine konuşan-varlığı bölen, ne olduğuna ve arzusuna dair sorgulamaya iten hatta arzusunu bastırmasına sebep olacak bir deneyim olduğunun göstergesidir. Bu yüzdendir ki Lacan öğretiminde çocukluk ve ergenlik dediğimiz fazlara yeni bir bakış açısı önermiştir. Sonuçta Lacan’a göre faz dediğimiz nedir peki? Bir faz özneyi daha uyumlu bir arzulama ve zevk alma biçimine götürmez. Daha ziyade faz özneyi, fallusun simgelediği bu kastrasyon deneyiminden geçirir yeniden. Uyumsuz, gizemli, tam olmayan bir jouissance olan cinsel jouissance ile karşılaşma deneyimi ve öznenin bu deneyimden korunma ya da ona bir yanıt bulma biçimidir söz konusu olan.

Kastrasyondan kendini savunmanın birden fazla yolu vardır. Hans bunlardan ilkini örnekliyor: bastırma. Sansürlü rüyasının gösterdiği budur. Buna eşlik eden afektler de olacaktır: ar duygusu sıklıkla zannedilenin aksine sahip olunanı gizlemeye değil eksikliğini gizlemeye yarar. Ve tabii semptom. Ama bununla beraber çocuğun normal gelişimi olarak görülen durumlar da var. Sonuçta bu kastrasyon deneyimi çocuğu büyümeye iten şeydir. Lacan özdeşleşmelere, bilhassa cinsel özdeşleşmelere dair bir örnek verir. Hayvanlardakinin aksine, bir erkek çocuğu ile bir kız çocuğun davranışları arasındaki farkın çok erken ortaya çıktığını görüyoruz. Biri erkek biri dişi iki aslan yavrusunu ayırt etmek bir kız ve bir erkek çocuğu ayırt etmekten çok daha zordur.

Öyleyse, diye altını çiziyor Lacan, konuşan-varlığın kendi cinsiyeti ile özdeşleşmek için prematüre bir kabiliyeti vardır. Bu yüzdendir ki çocuğun çevresinin şöyle şeyler söylemesi mümkündür, diyor Lacan: “Şuna bakın hele, tam bir erkek adam, daha şimdiden nasıl da girişken ve böbürlenme meraklısı. Kız çocuğu ondan nasıl da farklı, daha şimdiden elindeki yelpazeyle oynayıp, gizleniyor, naz yapıyor.”[2]

Yani Lacan’a göre bu prematüre kabiliyetten ötürü erkeklerle kızlar arasında farklar hayli erkenden ortaya çıkıyor, ve bu fark Öteki’nin dilinde beliriyor ve bir kadın tipi ile bir erkek tipini belirliyor. Peki, diye soruyor Lacan, bu erkek tipi ve kadın tipini belirleyen nedir tam olarak? Yalnızca anatomi değil. Yalnızca toplumun benimsediği imgesel kabuller de değil. Bu iki unsurun kendilerine has önemleri var tabii ki. Ama Lacan bunlara bir başkasını ekliyor: bu tipler bir reddetme biçimi üzerine kurulur. Eğer çocuğun kendi cinsiyetiyle erkenden özdeşleşme kabiliyeti varsa, bu özdeşleşmeye bir acele, bir tür itilme varsa, sebebi bunun ardındaki kastrasyon kaygısıdır. Çocuğun bir kadın veya bir erkek tipi ile özdeşleşmesinin sebebi, erkenden kaygısını duyduğu kastrasyonu reddetme çabasındandır.

Kastrasyon deneyimi ve yarattığı kaygı, çocuğu geçtiği fazların tümünde büyümeye iten ama bir yandan da onu ketleyen unsurlar olarak karsımıza çıkar. Bu yüzden ki, erkek çocuğu pek erken bir yastan itibaren sahip olduğu şeyi, görkemli gücünü abartarak göstermek derdi ve onu kaybetme korkusu yaşadığını görürüz. Yine bir o kadar erken bir yaşta kız çocuğunun sahip olmayacağı şey olan bir organ olarak fallusla -mış gibi yaparak oynadığını görürüz. Kastrasyonun prensibi budur: madem ki fallus bir nesne ya da bir organ değil de bir sembol, bir gösterendir, öyleyse her kişi farklı farklı biçimlerde fallusa sahipmiş (avoir, to have) ya da oymuş (être, to be) gibi davranabilir. Bu, ödipal dönemde hatta daha sonra da çocukların kılık değiştirmekten, kostüm giymekten, olmak ya da sahip olmak seviyesinde -mış gibi yapaktan bu kadar hoşlanmalarının sebebidir.

Bu aynı zamanda çocuklar için bu kadar önemli olan bir diğer arzunun da sebebidir: büyümek arzusu. Freud bu arzuyu çocuğun temel bir arzusu olarak tanımladı ki bunun altını çizmek gerekir. Çocuk Ödipal döneminde kastrasyon deneyimini yaşadıktan sonra, daha sonra bir gün, büyüdüğünde fallusa sahip olabileceğini, kaybettiğine kavuşabileceğini umar. Hayal eder ki bir gün bir kabul edilme töreniyle tam anlamıyla kadın ya da erkek olacaktır ve bunun için, utanç olmaksızın uyumlu bir cinsel zevke erişebilmek için cinsel yaşamın sırrına ermek gerekmektedir.

Ergenlik de en yaygın gelişim psikolojisi kuramlarında özne için bir geçiş, bir kabul töreni (initiation) olarak yorumlandığı bir gerçektir. Oysa Lacan’ın ergenlik konusuyla pek ilgilenmediğini yanılgısına kapılsak da, ilk seminerinden son seminerine kadar Lacan bu kabul töreni temasını tekrar tekrar ele almıştır. Fakat bu konudaki tezi alışıldık kuramlara terstir: kabul töreni (initiation) yoktur[3], der. Hatta öyle ki Lacan’a kulak verecek olursak ergenlik tam da bu kabul töreninin var olmayışının deneyimidir. İşte bence bu ergenlikle ilgili en önemli doktrinlerden biridir. Lacan’ın kuramından bazı noktalara değinerek bu doktrini açıklayacağım. Bu noktalardan ilki Bilinçdışının oluşumları seminerinin 1958 nisan ayındaki dersleri ve bir sonraki ay Münih’te verdiği konferans Fallusun anlam’dır. Lacan burada kabul töreninin (initiation) ne olduğunu üzerine düşünüyor ve bunu tarihi ve teorik olarak incelediği fallusla bağdaştırıyor.

Fallus mevhumunu geliştirirken, adın kökenine gidiyor: phallos. Bu sözcüğü pek çok Antik Yunan yazarında buluyoruz: Aristofanes, Herodot, Lukianos… Lacan bu yazarlardaki kullanımının altını çiziyor bu sözcüğün. Fallus burada penis organını değil, çeşitli şekillerde bulunabilen görüntüyü, bir işareti ifade ediyor: tepesinde erkeklik organlarının asılı olduğu bir sopa, erkeklik organının bir taklidi, bir tahta parçası, bir deri parçası… Lacan’ın buradan ilk çıkarımı, daha önce de söylediğimiz gibi fallusun penisten farklı bir şey olduğu. Antik Yunan’dan beri fallusun göstermelik bir işaret, bir vekil, bir suret, yani bir gösteren olduğunu görüyoruz. Peki neyin göstereni? Yalnızca organın değil. Fallus burada yaşamsal bir itkiyi (poussée) bedenleştirmesi itibariyle, dürtüsel boyutuyla arzunun göstereni ve temsilcisi olarak karşımıza çıkıyor. Öyleyse fallus, bir işaret olarak, herhangi bir gösteren değil. Yaşamın özünü temsil ediyor. Zaten Yunan dilindeki anlamı itibariyle besisuyu, bolluk, damar gibi sözcüklerle yakınlık gösteriyor.

Öte yandan, buna Lacan’dan bir diğer referansı eklemeliyiz: bu kez fallus ve ergenliğin birbirlerine nasıl eklemlendiğinden bahsediyor. Her ne kadar ergenlik terimini kullanmadıysa da, Lacan’ın bu konuya dair en önemli bahislerinden biridir bu, ve 1950’lerden 70’lere kadar tekrar tekrar dile getirmiştir bunu. Pompei’de bulunan fresklerden birinden bahseder ve o Sırlar Villası denen yerdedir. Lacan bu büyük freskin özellikle bir sahnesine dikkat çekiyor. Bu noktada tanrı Dionysos’un gizemlerine kabul edilmiş bir genç kız görüyoruz. Bu kabul töreni esnasında bir örtüyü kaldırıp ardındaki gerçeği keşfetmek üzere görülüyor, örtünün arkasında dikilmiş bir fallus duruyor. O sırada yanında elinde kırbacıyla, ar duygusunu ifade eden daimon (demon, iblis) beliriyor ve kabul-edilen’e (initiante) mutat cezayı uygulamak üzere onu kırbaçlamaya başlıyor.

Burada bu fallus suretinin Sırlar’a kabul edilme ritüellerindeki antik kullanımını görüyoruz. Lacan aynı zamanda burada fallusun geçiş törenlerindeki anlamını buluyor. İlk olarak fallus burada gizli nesne olarak ve kabul töreninin nihai nesnesi olarak karsımıza çıkıyor. Yani başta da dediğim gibi, fallus, bir fazdan diğer faza geçişin sırrı. Bu durumda iyi-doğru nesne olması, genç kıza görününce ona tam anlamıyla kadınlığa erişmeyi mümkün kılması gerekirdi. Oysa Lacan burada fallusun örtülü biçimde göründüğüne işaret ediyor. Yani aslında bir nesneden fazlasıdır, bir gizemi ifade eden bir gösteren. Ve bu sır da herhangi bir sır değil, çünkü Öteki’ndeki mutlak gizem, arzunun sırrı söz konusudur. Dahası Lacan burada genç kız örtüyü kaldırmaya yeltenirken meydana çıkan ar daimon’unu/iblisini işaret ediyor ve yorumluyor. Örtünün kalkması anında, yani ergen kız sırrın nesnesine erişeceği ve kadın olacağı anda, ar duygusuna çarpılıyor. Bir başka deyişle, burada Hans’ın durumuna benzer bir şey buluyoruz. Genç kız da Hans gibi yeni bir faza erişecekken ar hissine gark oluyor. Peki örtü kalktığında keşfedeceği nedir? Tam da bir suret yani bir gösterenden ibaret olan fallustan başkası değil, yani simgesel bir şey.

Yani bu kabul ritüelinde genç kızın, sırrın nesnesini bir kere göründü mü tam olarak kadın olması umudu vardır. Oysa bu geçiş töreni tamamlanacağı yerde, ne görüyoruz? Bir kadına dönüşürken genç kız örtünün ardında bir hiç, yalnızca bir temsil, bir suret, bir simgeden başka bir şey olmadığını, bir nesne değil bir gösteren olan fallusu keşfediyor. Sakin sakin bir kadın olmaktan uzak biçimde bu andan itibaren utanç duygusunun ifade ettiği gibi, bedeninde bu eksikliğin getirdiği bölünmüşlükle işaretlenmiş olacaktır. Bir fazdan diğerine bu geçiş ritüelinde gördüğümüz kastrasyon kompleksinin tekrarlanan deneyimidir. Lacan’ın bu antik freskte okuduğu budur. Ve Sırlar Villası’ndaki genç kızı pek âlâ ergenliğin paradigması olarak alabileceğimizi düşünüyorum. Genç kız kadına dönüşürken bir başka topluluğa giriyor, ve bu sırada fallusu, eksikliğin göstereni olarak keşfediyor, bu eksiklik ona bir damga vuruyor. Yani kabul töreni ancak ve ancak iğdişin tekrarıdır.

Bir yıl sonra Lacan, Arzu ve onun yorumlaması seminerinde bu noktayı tekrar ele alıyor: bir geçiş ritüeli nedir? Genç bir öznenin bedenine simgesel bir damganın vurulacağı bir deneyimdir: kesme, sünnet vs. gibi geleneksel uygulamaların gösterdiği budur. Peki bu uygulamanın sonucu nedir? Öznenin yeniden dönüştürülmesi. Öznenin arzusu bu andan itibaren bir kadın veya bir erkek olarak eyleme geçebileceği ihtimali ile yeni bir anlam kazanır. Lacan söyle yazıyor: “Kabul ritüelleri öznenin doğal arzularının anlamını değiştirir, bu arzular ritüeller öncesindeki dönemde bir takım oyunlara bırakılmışlardır. Söz konusu olan bu arzulara yeni bir işlev vermektir, ki bu işlev içinde öznenin varlığı kendini eyleme geçebilecek bir erkek veya bir kadın olarak tanımlar.”

Burada yeni bir açılım yapıyoruz: erkek veya kadın olmak, aynı zamanda eylemsel bir oluştur. Kastrasyon kompleksi sırasında çocuğun nasıl erken bir yaştan itibaren –mış gibi yaptığını, bir kız ya da bir erkek olarak kendini tanımlayarak kastrasyondan kendini savunduğunu görmüştük. Fakat çocuk yalnızca -mış gibi yapabilir, zira o yaşta cinsel eylem sorusu, ensest yasağının getirdiği bastırma yüzünden sonraya bırakılmıştır. Lacan, kastrasyon kompleksinden, en iyi ihtimalle meşrulaştırılmış bir arzuya dair daha sonraya bırakılmış bir “hak” ile çıkıldığını, ancak bunun gerçekleşmesinin mecburen sonraya ertelendiğini söylüyor. “Babanla ya da annenle evlenemezsin, yalnız sen de büyüyünce kendine bir partner seçebileceksin” vs. İşte çocuktaki büyüme arzusunun bir sebebi de budur. Yani kastrasyon kompleksi “eylemi proje noktasına taşır”[4] diyecektir Lacan. “Büyüyünce … olacağım”…

Öyleyse ergenlik çağının bedende yol açtığı büyüme gerçekleşince ne oluyor? Bu dönemin ifade ettiği geçiş, suretler düzeni ile (le registre du semblant) gerçeğin düzeninin (le registre du reel) karşı karşıya gelmedir. Bir yanda, fallusla ilişkisinde fallus olmak ya da fallusa sahip olmak diyalektiğinin yön verdiği kimlik tiyatrosu var. Fakat ergenlik sırasında bir yandan da bedende yeni jouissance olayları oluyor ve bu olayların da arzu üzerine etkileri vardır. Cinsel arzu, özneyi beraberinde cinsel eylem adımını atabileceği bir partner aramaya itebilecek yeni bir anlama kavuşuyor. Yalnızca meşhur “ilk defa” değil, genel olarak cinsel eylem bir hakikat vakti anlamına gelebilir. Artık –mış gibi yapmak değil eylemle ve jouissance’la yüzleşmedir mesele. Arzu edilen bundan böyle yalnızca büyüyüp bir yetişkine dönüşmek değildir, o yetişkin olmaktır. –mış gibi yapmayı oynamak değil, eyleme cüret etmek söz konusudur. Ergeni kaygılandıran ve kastrasyonla yüz yüze getiren güç durum işte budur. Yeni bir mecburiyet türemiştir. Ergenin artık tabiri caizse işe girişmesi, kendini kanıtlaması gerekmektedir.

Böylelikle bu kabul töreni kuramının ikinci aşamasına geliyoruz. Yetmişli yıllardayız, Lacan’ın ergenlik üzerine en büyük metnini, yani zamanında Freud tarafından da yorumlanan Frank Wedekind’in trajedisi Baharın Uyanışı’na yazdığı önsözü yayınlandığı yıllar. Bu metinden yarın daha uzunca bahsedeceğim. Simdi, bu geçiş töreninin ergende bıraktığı iz ve damgadan bahsetmek amacıyla, Lacan’ın Suret olmayan bir söylem (D’un discours qui ne serait pas du semblant) adlı seminerinden bir alıntıyı ele alacağım.

Kabul ritüellerine dair yorumunu yeniden gündeme getirdiği bu sırada Lacan yeniden fallusun buradaki özel yerini vurguluyor. Kendini erkek-kılmak ya da kadın-kılmak fallik suretten (semblant phallique) geçiyor zorunlu olarak. Gösteriş (la parade) ve maskeli balo (la mascarade) yoluyla kadının erkeğe, erkeğin de kadına işaret vermesi söz konusudur. Olmak ve sahip olmak diyalektikleri, cinsiyet kimliğinin ilk şartıdır. Fakat Lacan bu suretler düzenine başka bir düzeni bağlıyor: o da gerçeğin düzeni. Daha açıkça söylemek gerekirse, bu yıllarda Lacan kastrasyonun bir başka sonucunu öne sürüyor, bu tezini söyle ifade ediyor: cinsel ilişki-bağıntı yoktur. Bu Lacan’ın öğretiminin temel tezlerinden biridir, ve birden fazla biçimde yorumlanabilir. Bizim konumuz gereği bunlardan birini öne çıkaracağım. Cinsel bağıntı yoktur demek öznenin asla partneriyle Bir olamayacağı, iki partner arasında, mesela bir kadın ve bir erkek arasında asla mükemmelen uyumlu bir birlik ve hayal edilen tamamlama durumunun gerçekleşmeyeceği anlamına geliyor.

Cinsel bağıntının bu imkânsızlığının sonuçlarından biri, cinsiyet özdeşleşmelerinde gözlemleniyor. Yani eğer cinsel bağıntı yoksa bir erkek asla partneriyle arasında, kendisine gerçekten tam anlamıyla bir erkek olduğunu simgesel olarak garantileyecek çift bağını kuramayacak; bir kadın da aynen bu çift bağında kadın oluşunu kanıtlayacak sembolik tamamlayıcıyı bulamayacaktır. Cinsel bağıntı yok demek, cinsel ilişkide her bir partnerin cinsel kimliklerinin teminatını bulamayacağı demektir. Yani cinsel eylemde her özne kendini bir kadın ve bir erkek olarak bölünmüş bulur. Kastrasyon dolayısıyla bölünmüş, ve bu yüzden de hakikaten kadın, hakikaten erkek olmanın nasıl olduğun sorgularlar.

Az önce, daha baştan itibaren çocuğun nasıl imgeselde kız veya erkek imgesiyle özdeşleştiğini ve bu yolla kastrasyonu bastırdığını söylemiştim. Ergenlikte bu deneyimin bir anımsaması ve tekrarı yaşanır. Ergenlik anı, gerçek’te cinsel-bağıntısızlık ve kastrasyon dolayısıyla nasıl erkek olunacağı ya da nasıl kadın olunacağı bilgisinin hep bir soru olarak kalacağının ortaya çıktığı andır. Bu yüzdendir ki, tıpkı ödipal dönemde çocuğun kıyafetlerle ilgilenmesi, kostümlerle kılık değiştirme oyunları oynaması gibi, ergenlikte de öznenin görüntüsüyle özel olarak ilgilendiğini, bir kadın ya da erkek olarak nasıl giyinileceği sorusunun gündeme geldiğini görüyoruz. Bir başka deyişle, bu yaşta özne cinsel bağıntının yokluğunu, nasıl yeterince kadın veya erkek olunabileceğine dair genel-geçer ve tek tip bir yanıt bulunmadığını deneyimlediğinden, imgeselde nasıl kadın ve erkeğe dönüşüleceği ile ilgilenir.

Kabul töreni anında, özne kastrasyonu ve eksikliği deneyimler, bu bilginin eksikliğini dayanak olarak alacaktır. Erkek veya kadına dönüşmekle ilgili bilgiye dair sırrın açıklanacağını sanırken, bu bilginin namevcut olduğunu keşfeder. Kastrasyonun gerçeği, yani cinsel bağıntının yokluğu, bilgideki noksanlık olarak da düşünülmelidir. Sırrın açıklanması gereken anda keşfedilen: bir hiçtir. Cinsel jouissance’a dair, partnerle nasıl Bir olunacağına ve uyumlu olarak bir kadın ve bir erkek olarak özdeşleşileceğine dair bilgi yoktur. Bu yüzden bu yıllarda Lacan bu konudaki diğer temel tezini öne sürer: [cinsel bilgiye] kabul töreni yoktur (il n’y a pas d’initiation). Ve özne ilk kez ergenlikte bunu deneyimleyecektir. Jouissance’a dair bu gizemli bilgiye o çok umulan giriş töreni yoktur.

Öyleyse, öznenin Öteki’nden nasıl erkek ya da kadın olunacağı bilgisini, Öteki cinsle nasıl baş edileceğine dair sırrı açmasını beklediği bu kabul ritüellerinde aktarılan nedir? Öncelikle: sözle söylenebilecek bir şey değildir. Kabul töreninin traji-komikliği de burada. Geçişi gerçekleştiren özne ancak Öteki’nin gizli son kelamının üzerindeki örtüyü kaldırıyor, ardında: hiç. Lacan bunu Wedekind’e yazdığı önsözde dile getiriyor ve Sırlar ile bağlantılandırıyor, ki tarihçiler de bunu doğruluyor.

Paul Veyne, örneğin, Aristo’da bu fikrin aynını buluyor, onu alıntılıyorum: “Kabul töreninin sonunda, daha çok bilgi sahibi olunduğu yok, fakat başınızdan geçen deneyim sayesinde bir başka olmuşsunuzdur.” Yani aktarılabilir bir bilgi yoktur burada, fakat bunun yerine özneye damga vuran, onu dönüştüren bir olay vardır. Paul Veyne şöyle ekliyor: ritüele tabi olanın ruhunu sarsan “teolojik bir bilgi, yahut yüce bir takım fikirler değildir; fakat gizli törensel bir uygulamadır (liturgie) –ki şüphesiz bu uygulama etkileyici, hatta belki dehşet vericidir, kesinlikle biraz karanlıktır ve karanlıktan çıktığı için ulu görünür.” “Anlaşılmayan bir yabancı dile maruz kalındığında ortaya çıkana benzer bir etki yaratan müessir bir tören.” Bu yüzden de, “bir kabul töreninin gerçek meyvesi bilgide bir artış değil, daha ziyade deneyimlenen bir olay cinsindendir”. Bir başka yazar, Walter Burkert de aynı noktaya değiniyor. Sırlar denen tarikat uygulamasının kendine has bir problemi vardır. Tabii ki kabul-edilmiş olanın sırrı topluluğun geri kalanına açmaması gerekmektedir. “Ama zaten bu paylaşılabilecek bir sır değildir, çünkü söylendiğinde anlamsız görünecektir. Sırra ihanet etmenin vuku bulduğu oluyordu fakat bu tarikata hiçbir olumsuz etki yapmıyordu. Yine de sırrın saklanması kültlerin prestijini yükseltiyordu.”

Öznenin örtüyü kaldırınca bir hile ve bir suret ile karşılaştığı bir başka örneği ele alalım. Bu örneği Lacan’ın ritüellere dair seçtiği ikinci referansından alıyorum. Bruno Bettelheim’ın Simgesel yaralar adlı kitabı. Kitapta Lacan’ın tezinin hiç de tesadüfi olmayan yapısal bir noktaya dokunduğunu doğruluyoruz. Bettelheim kitabında Avustralyalı bir kabileden bahsediyor. Bu kabilede erkekler törenler sırasında rhombe adlı bir nesne kullanıyorlar. Bu rhombe kutsal motiflerle süslü, ve bir ucundaki delikten bir iple bağlanmış yassı bir tahta ya da tas parçası. İpten tutup hızlıca döndürüldüğünde bir vızıldama sesi çıkarıyor. Erkekler törenler sırasında rhombeleri fırıldatıp uzaktan bu sesi duyan kadın ve çocuklara da duydukları bu sesin töreni yöneten ruhun çıkardığı ses olduğunu söylüyorlar. İşte kabul ritüelinin sırrı: basit bir hile, bir suret (semblant). Çocuğun kendisinin de bir kez kabul-edilmişlerin arasına girip erkek olunca diğerlerinden saklaması gereken sır bu hiledir.

Lacan’ı dinleyecek olursak ergenlik, kabul töreninin yokluğunun, örtünün ardında bir hiçlik olduğunun deneyimidir. Fakat altını çizelim ki bu hiçlik tam anlamıyla bir hiç değildir. Burada bulunan tam olarak kastrasyonun gerçeğidir, ki bu gerçek öznenin bedenini bir yara izi gibi kalıcı biçimde damgalar. Bu sebeptendir ki Lacan bu kabul töreni sırasında öznenin bir “Öteki bilgi” ile işaretlendiğini söyleyecektir. Başta umulan bilgi değildir bu, zira o bilgi yoktur. Fakat bunun yerine Lacan’ın adına kastrasyonun bilgisi dediği bir bilgi bulunur. Şöyle der Lacan: “Kastrasyonun bilgisi, işte 14 yasındayken bundan kaçınılması zordur.”[5] Özne bu bilgiden kaçınamaz çünkü söz konusu olan aktarılabilir, öğrenilecek bir bilgi değildir. Aynı zamanda bu bilgi (savoir) tanımabilecek , bilincine varılabilecek (connaissance) türden bir bilgi de değildir, çünkü aksine bilinçdışından çıkagelir ve öznede etkisini bırakır. Kabul töreninin/cinselliğe girişin bu aşamasında, açığa çıkacak tek şey kabul töreninin/cinselliğe girişin olmayışıdır. Bu iki tür bilgi, yani bu tanınması, bilincine varılması umulan gizemli bilgi ile bilinçdışından gelen öteki bilgi birbirine terstir. Bu geçiş anında ötekiyle Bir olmayı mümkün kılacak ve bir kadın veya bir erkek kimliğiyle tam olarak özdeşleşmeyi sağlayacak bilgi yerine, özneyi bölen ve kastrasyonla damgalayan bilinçdışı bilgi vardır. Özne bu andan bir nişanla işaretlenmiş olarak ama aynı zamanda bir partnere yönelen bir arzuyla çıkar. Bu yüzden de ergenlik ebeveynlerden ayrılma, çocukluk odasını terk etmeyi arzulama zamanıdır. Artık Özne başka bir şey arzulamaktadır, cinsel bağıntının yokluğu karşısında daha iyi bir şey icat etmeyi arzu eder.

O halde Lacan’ın tezini şu şekilde özetleyebiliriz: var olmayan cinsel bağıntıya giriş/kabul töreni de yoktur. Bu tezin sadece ergenlikle sınırlı olmadığının altını çizelim. Lacan’ın ergenlikten apayrı bir konuymuşçasına bahsetmemesinin sebebi de budur. Bunu Baharın uyanışı oyununa dair yaptığı yorumdan bahsederken göstermeye çalışacağım. Lacan’a göre ergenlik daha ziyade öznenin cinsel bağıntı olmayışı ve kabul töreni olmayışının eylemle doğruladığı andır. Her birimiz bölünmüş özneleriz, ve nasıl yeterince kadın veya yeterince erkek olunacağı sorusuna tabiyiz. Bu, yani bu bilgi eksikliği ve kastrasyon yalnızca ve yalnızca konuştuğumuz için yani dil yüzündendir, ve dolayısıyla bu durum ergenlikle sınırlı kalmaz.

Son olarak şunu da eklemeden geçmeyelim: kabul töreni yok dediysek de, yapısal bu namevcudiyeti, yani özneyi var eden bu yitimi anlatmak ve gerçekleştirmek için çeşitli kabul törenleri icat edilmiştir. Bu icatlar karmaşık ritüeller olabileceği gibi pek düşünülmemiş hatta bazen trajik sonuçları olan eylemler şeklinde de karşımıza çıkabilir. Bu iki ucun arasında bir yerlerde, yazar Michel Leiris[6] kendisinin başından geçeni anlatıyor: bir keresinde arkadaşlarından birisi, yaşça daha büyük olan akıl hocası, “aşk eyleminin mekanizması”nın sırrını vermek isteyerek ona, yapıya dair bilgi açısından pek zengin olan şu hikayeyi anlatıyor: “Bir oğlan ve bir kız çocuğu birbirlerine organlarını gösterirler, ve erkek kendisine ‘Bu da ne böyle?’ diye soran kıza yanıt verir ‘Bir parmak! – Sendeki ne?’ ‘Bir göz!’ der kız. Ve oğlan sonuca varır: ‘Gel kör göze parmak sokmaca oynayalım!’.” Bu pek ala komik bir anekdot olmakla beraber, şunun altını çizmeliyiz ki espri ile bir çıkış yolu bulmak olumlu bir yoldur. Zira bazen başka türlü yollar seçer gençler. Psikanalist ve yazar Fred Fliege’nin Fabienne’e dair anlattığı hikayeyi[7] dinleyelim. Bu genç kız bir erkekle karşılaşma fikrine karşı kaygı duymaktadır ve bu kaygısı yüzünden “rave” (elektronik müzik) partilerde uyuşturucu alır: “Erkeklerle olan ilişkimi değiştirme ihtiyacı hissediyordum. Onlara yaklaşamıyordum” diyor. “Raver’lar bana bu yaklaşma durumu ile ilgili daha az sorun yaşıyorlarmış gibi geliyordu.” “Bunu anlamak istedim, ve bunun için yapabileceğim tek şey sonuna kadar gitmekti, extasy ve asit alarak.” “Sanki LSD almış olanlar bende olmayan bir bilgiye sahip gibilerdi” diye ekledi.

[1] Freud S., « Analyse de la phobie d’un garçon de cinq ans », in V.IX, Œuvres complètes, Paris, PUF, Paris, 1998., p.16. Freud burada bir dipnot ekleyerek, o da Öteki’ne yöneltilen bir talep aracılgıyla istimnaî (masturbatoire) bir zevk alan bir kız çocugundan da bahsediyor.

[2] SXIX 16

[3] Lacan J., Le Séminaire Les nons-dupes errent, basılmamış, 08/01/1974 tarihli ders.

[4] SVIII259

[5] Lacan J., « En conclusion », in Lettres de l’Ecole freudienne n°9, Décembre 1972, p.513

[6] Leiris M., Fourbis, op. cit., p.10.

[7] Friege F., “Entre fusion imaginaire et dépersonnalisation”, in La fête techno, collectif dirigé par Béatrice Mabilon-Bonfils, éd. Autrement, 2004

İçerikler
Recent Posts
Archive
Search By Tags
Follow Us
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page