top of page

Garip Şekilli Adı Bilinmeyen Ülkeler & Kadınlar

Sonuçta bulmacanın parçaları elimizdeydi ama nasıl oluyorsa hep boşluklar kalıyordu. Garip şekilli boşluklar, onları saran sınırlar içinde adını bilmediğimiz ülkeler gibiydiler. Onlardan geri kalan şey yaşam değildi, yaşamın en önemsiz dünyevi gerçekleri idi.

Geçen yıllar içinde pek çok şey söylendi kızlar hakkında ama biz hiçbir zaman bir yanıt bulamadık. Sonuçta hiçbir şey fark etmiyordu. Önemli olan onları sevdiğimiz, onları çağırdığımız ve hâlâ onları çağırdığımızı duymamış ve ebedi yalnızlığa gitmiş olmaları ve yapbozu tamamlayacak parçaları asla bulamayacak oluşumuz.

Film Lisbon kızlarını erkeklerin bakışından anlatıyor. Kızların kısa yaşamlarının hikayesi bize bir bilmece gibi, erkeğin anlayışının sınırında bir gizem olarak sunuluyor. Tıpkı Freud gibi, filmdeki anlatıcının sesi, “Kadınlık nedir?” ya da “Kadın ne ister?” (“Was will das Weib?”) sorusuna yanıt arıyor. Filmin sonunda, ellerindeki fotoğraflar, günlükler, günlük yaşamda kullanılan nesneler gibi bütün yaşam-öyküsel unsurlara rağmen bulmacanın parçaları bu soruya tam bir yanıt oluşturmakta yetersiz kalıyor. Kadının özü, simgeselin ağları tarafından yakalanmıyor; anlatıcı adeta Freud’un kullandığı metafora atıfta bulunurcasına bu gizemi, yapbozun boşluklarını garip şekilli, adı bilinmeyen ülkelere benzetiyor.

Kadınlığın erkek anlayışı ve daha genel anlamda simgesel nezdinde oluşturduğu bu gizeminin iki farklı biçimi, iki farklı ifadesini görüyoruz filmde. Birincisi annenin, yani tamamıyla anne olmuş, kadınlığından bu yolda feragat etmiş bir öznesinin çocukları üzerindeki etkisi biçimiyle, öte yandan kendi kadınlığına dair ilk adımı atan, aşk

ve cinsellikle ilgili kendi konumunu belirlemeye çalışan Lux açısından. İlk iki konuşma annenin arzusu ve kimliksizleştirme ile genç kızın dramını öznelleştirememesini aktardı. Bense Lux’un aşk ve cinsellikle ilişkisine değineceğim.

Lisbon ailesi, Oidipal aile idealinin bir versiyonunu sunuyor. Ama bildiğiniz gibi, Oidipus kompleksi bir ideal – ki günümüzde geçerliliğini yitirmekte, ya da şöyle diyebiliriz, alabileceği biçimler değişip çoğullaşmakta. Bir ideal oluşu şu anlama geliyor, en geleneksel haliyle bile hiçbir zaman yüzde yüz başarılı olması, yani öznenin dürtülerini tam anlamıyla turnadan geçirmesi mümkün değildir. Oidipal aile normalleştirici bir mekanizmadır, ama her norm gibi bir idealdir, ve her norm gibi bu norm nezdinde herkes anormaldir. Freud’un keşfettiği bu organizasyona göre her özne farklı biçimde konumlanır, ve bu konum öznenin yapısını, cinsiyetini, semptomunu belirler. Fiona ve Pınar bu aile yapısının Lisbon’larda nasıl biçimlendiğini anlattılar. Bu yapıda kızlar imgesel bir bütün olarak, birbirlerinden ayrışmamış ve tamamıyla annenin arzusuna terk edilmiş vaziyetteler. Lux’un bir kadın olarak cinsel arzusunu takip etmeyi seçtiği an, bir özne olarak ayrıştığını görüyoruz.

Lux açısından olup biten nedir? Yılsonu balosunda Trip onu dışarı davet ettiğinde kararsızlığı içinde “Ama hep beraber eve dönmeliyiz” diyor. Dört kız kardeşin hepsine aynı kural, aynı kısıtlama uygulanıyor, ve Lux bundan kendini ayırmakta güçlük çekiyor. Ne var ki Trip’le beraber okul binasının ve içinde bulunduğu sembolik çerçevenin dışına çıkmayı kabul ediyor. Bu altını çizmek istediğim ilk nokta: arzunun ifadesi her zaman bir sınırı aşmak, kuralı delmek biçimindedir. Bir sınırın aşılması, bir kuralın delinmesi aynı zamanda bu sınırın, bu kuralın tanındığı ve içselleştirildiği anlamına gelir. Zira her arzunun bir bedeli vardır, ve özne arzusu doğrultusunda gitmenin bedelini öder. Lux için bu bedel bir hapis olacaktır. Bu olgunun dinamiklerini anne ile ilişkisi açısından gördük.

Benim dikkat çekmek istediğim nokta, Lux’un Trip’le olan ilişkisi. Lux Trip’in arzusunun istisnai nesnesi olduğunu biliyor. Filmde Lux Trip’e kendini hemen bırakıvermeyen, ulaşılamaz biri olarak betimleniyor. En sonunda kendini arzuya teslim ettiğinde ise karşılaştığı mutlak yalnızlık oluyor. Trip onu oyun sahasında bırakıp gidiyor. Erkeğin arzu nesnesine indirgendikten sonra, aşk mevhumunun tamamen çekilmesi, yok olması; Lux’u radikal bir yalnızlıkta bırakıyor. Lux kendini Trip’e veriyor. Burada sözünü ettiğimiz tabii çok geleneksel bir ayrışımı cinsiyetlerin. 21. Yüzyılda işler biraz daha farklı. Ama yine de Türkçe’de örneğin kadınsı yahut edilgen konumun cinsel ilişkiye girişi için kaba bir tabir olarak “vermek” demiyor muyuz?

Lux’un kendini bırakışı karşısında aşk ile karşılanmayışı, bizim Türkçe’de birinci tekil şahısta kullandığımız “Beni benden aldın” deyiminde olduğu gibi, bir kendinden çıkma hali yaratıyor, kendinden geçme “extase” da diyebiliriz buna. Lux’u kendinden geçiren, o ana kadarki kimliğinden çıkaran şey bir erkek. İlginç biçimde Trip’in adı bir gezi anlamına geliyor. Ya da daha fenası, bad trip deyimiyle kullanıldığında, uyuşturucu altında kabus-vari bir kendinden geçme demek, bildiğiniz gibi, bu kelime. Lux için cinsellik, ve kadınlık dünyasına doğru çıkılan ilk yolculuk, bir kabusa dönüşüyor.

“Tam bir fındıkkıransın” demişti halbuki Trip. Bu onun arzusunun bir ifadesiydi, oysa Lux bunu bir ilan-ı aşk olarak duymak istemişti. Freud’un kuramsallaştırdığı cinsiyetli davranışlar şemasına pek uygun bir durum bu. Öte yandan; tekrar ediyorum, cinsiyetleri bu normlara indirgemekten kesinlikle kaçınırım fakat Freud’un zamanı ve filmde ele alınan öznellikler bu geleneksel kalıplara uyuyor. Zira 50-60’lı yıllar Amerika’sı henüz 70’lerin cinsel devrimini tatmamış. Yani bugünün post-modern batı dünyası modeline henüz gelmemiş. Freud, erkek için aşk ve cinsel arzunun iki ayrı yol izlediğini, bu yüzden de sıklıkla aşık olunan kadının arzulanamaması (yani iktidarsızlık) öte yandan da arzulanan kadının aşağılanması, kötü muamale görmesi, “kötü kadın” muamalesi görmesinden bahsetmişti. Kadın açısından ise arzu ve aşkın bir arada yürüdüğü tespitinde bulunmuştu Freud. Aşk olmadan cinsel ilişkiye girmemek, sevilmenin, sevildiğinin söylenmesinin bedensel zevke açılan yol oluşundan bahsediyorum. Her iki cinsiyet için bu iki durum farklı farklı sorunlara yol açıyor. Elimizdeki örnekte, Trip için Lux yetişkinliğinde verdiği röportajda söylediği üzere hayatının aşkı konumunda. Oysa cinsel arzu tatmin olduktan, Lux ona bir kez evet dedikten sonra, Trip için ortada dikkate değer hiçbir şey kalmıyor. Trip’i bir daha görmüyoruz. Varsayabiliriz ki Lux elde edilemezliğinden sıyrılınca aşk nesnesi konumunu kaybediyor, “kötü kadın” oluveriyor. Nitekim Trip’in kendisini bıraktığı yalnızlık, kullanıp atılmışlık haline, bu travmaya verdiği yanıt, bu durumla başa çıkabilme biçimi, Öteki’nin arzusuna koşulsuzca “evet” diyen kötü kadın ile özdeşleşmek oluyor filmin devamında.

Bu aklıma bir hastamı getirdi. Biyolojik olarak bir erkek. Fakat aşk ve cinsellikle ilgili konumu açısından kadın olduğunu söyleyebiliriz. Bunun altını çizmemin sebebi, psikanaliz için ne biyolojik ne de sosyal koşullanmalar kişinin cinsiyetini belirlemez. Arzuya, aşka, bedene göre öznenin aldığı konumdur cinsiyeti belirleyen. Birazdan tekrar bu noktaya dönecek ve Lacancı anlamda kadın olmanın ne olduğuna değineceğim. Ama bu ilk söz alışımı bu hastayla tamamlamak istiyorum.

Analizanım olan genç adam bir başka erkekle karşılaşıyor, ondan çok hoşlanıyor, aralarında bir ilişki gelişiyor. Fakat söz konusu partner bir çift ilişkisi istemediğini zira kendisinin başka birine âşık olduğunu söylüyor. Analizanım bu adama âşık olmaktan kendini alı koyamıyor. Adam da bir gün ona “seni seviyorum” deme gafletinde bulunuyor. Ne var ki hikâyenin sonunda adam öteki kişiyi seçiyor, ve analizanıma “Sen artık partnerim olamazsın, çünkü yalnızca cinsellik yaşayacak aşamayı geçtik. Arkadaşım da olamazsın, çünkü aramızda çok şey oldu” diyor. Analizanım bunun üzerine depresif bir döneme girdi, ve açıkçası nasıl bir yorumda bulunacağımı bulmakta çok zorlandım. Öteki’ne göre konumu, başkası için terk edilmesi, kullanılıp atılmak, bir dışkı ya da çöp konumunda bulunmaktan daha öte bir durumdu. Ve söz konusu adamın, “herhangi bir partner olmak için çok önemli, ama tek sevgili de olmayacak kişi” olarak işaretlemesi onu, hikayenin özü olarak ortaya çıktı: Öteki için, içinde bulunacağı sembolik bir konum kalmamıştı. Yani Öteki için bir hiç olmaya indirgenmişti. Aşk kendini geri çekince içinde bulunduğu boşluk bir depresyona dönüşmüştü. Buna bir anlam veremiyordu. Çünkü mesele “öteki beni terk etti, beni kullandı ya da bana ihanet etti”den ibaret değildi. Öteki’nin dışkısı olmak bile Öteki’ne göre simgesel bir konumdur. Oysa bu depresyon daha derin bir boşluğun işaretiydi. Öteki nezdinde ikamet edebileceği bir hane, bir konum kalmamıştı. Bunu ona şöyle söyledim: “Bir dışkı ya da çöp değilsiniz. Öteki’nin nezdinde bir hiç olma deneyimi yaşadınız ve inanın bu kim için olursa olsun zor bir durum. Ama kendisi için birisi olduğunuz, bir yerinizin, konumuzun olduğu insanlar oldu. Ve bir başkası sizi seçecektir.” Bu son cümleye kadar gitme cesaretini nereden buldum bilmiyorum. Ama hastam kendisini bir “bok” gibi hissetmek yerine, simgesel bir konumu olmadığı için bir hiç olmaya indirgenmek biçimde yorumlayarak bu depresyondan yavaşça çıkmaya ve nezdinde simgesel bir yeri olduğu ilişkilere yatırımda bulunmaya başladı. Filmde Lux Öteki için bir hiç olma durumunu kompülsif biçimde tekrar ediyor, ve bu onu ölüme götürüyor. Bu ölümü hazırlayan ailedeki patojen ortamın unsurları nelerdir? Bu konuyu ele almak için sözü Pınar Arslantürk'e bırakıyorum.

İçerikler
Recent Posts
Archive
Search By Tags
Follow Us
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page